19 Temmuz 2012 Perşembe

AÖF TDE 2. SINIF 8-13. YÜZYILLAR TÜRK EDEBİYATI 4.ÜNİTE

TÜRKLERİN ANADOLU'YA GELİŞİ Türklerin Oğuz boyları, X. yüzyıldan itibaren Sirderya, Maveraünnehir, Harezm ve Hora¬san bölgelerine yerleşmişler, XI. yüzyılda batıya yaptıkları göç ve akınlarla egemenlikleri¬ni Azerbaycan, Irak ve Anadolu'ya kadar genişletmişlerdir. Batıya yapılan bu akınlar Alp Arslan (1063-1072) zamanında giderek artmış, Şirvan'ın ele geçirilmesiyle Ermenistan ve Gürcistan'daki Bizans nüfuzu ortadan kaldırılmıştır. Alp Arslan'ın 1071 yılında ka¬zandığı Malazgirt zaferi, Türklere bütün Anadolu yollarını açmıştır. Türkler, 1071-78 yıl¬ları arasında Sivas, Kayseri, Konya, Ankara, Alaşehir, İzmir ve Ayasluk (=Selçuk) gibi bü¬yük merkezleri ele geçirmişlerdir. Malazgirt zaferinden sonra kalabalık topluluklar halin¬de Anadolu'ya yerleşmeye başlayan Türkler, üç dört yıl içinde Anadolu'nun büyük bir kıs¬mını fethederek ilk beylikleri kurmuşlardır. Anadolu'da kurulan ilk beylikler: Çaka Beyliği (İzmit), Dilmacoğullan Beyliği (Bitlis), Danrşmendliler Beyliği (Sivas) Saltuklu Beyliği (Erzurum) , Artuklu Beyliği (Diyarbakır ve Mardin), İnaloğullan Beyliği (Bitlis), Mengücekoğullan Beyliği(Erzincan), Erbil Beyliği (Erbil), Çubukoğulları Beyliği (Harput) Anadolu Selçukluları: Malazgirt zaferinden sonra üç dört yıl içinde Anadolu'nun büyük bir kısmının fethedilmesinde önemli rolü olan Süleyman Şah, büyük bir mücadeleden sonra Bizanslılardan İznik'i alıp başşehir yaparak Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuştur (1075-1080). Anadolu birliğini kendi adlarına kurmak isteyen Danişmendliler beyliği, Anadolu Selçukluları tarafından 1175'te ortadan kaldırılmıştır. Daha sonra Saltuklular ve Mengücekler kendi istekleri ile Anadolu Selçuklularına katılarak Anadolu'da Türk birli¬ğinin büyümesine ve güçlenmesine katkı sağlamışlardır. Alâeddin Keykubâd dönemi, Anadolu Selçuklu Devleti'nin her yönden en yüksek devri olmuştur. Alâeddin Keybkubâd'ın ölümünden sonra Selçuklu Devleti'nin yükseliş devri sona ermiş ve yerine geçen oğlu II. Keyhüsrev ile bir-likte çöküş dönemi başlamıştır XII-XIII. YÜZYILLARDA ANADOLU'DA GELİŞEN EDEBİYAT Anadolu'nun Müslüman Türklerle başlayan tarihinde Türklerin daha önce yaşadıkları Doğu ve Batı Türkistan, Horasan ve Iran bölgelerinde kazandıkları birikimlerin büyük yeri vardır. Bilim adamları, Anadolu'daki devlet ve divan geleneği, kayıt ve hesap usulleri, dinî yönelişler, edebî ve mimarî tercihlerde Karahanlı, Gazneli ve Selçukluların devlet ge¬lenekleri ve âdetlerinin etkisi olduğuna işaret ederler. Aynı şekilde Anadolu, Selçuklularla yeni kimlik kazanmaya başladığında Türklerin daha önce bulundukları coğrafyalarda ge¬lişen şiir anlayışı ve zevki de bu yeni vatana taşınmıştır. Dolayısıyla Anadolu'da Farsçanın ilgi görmesi, bu dilde yazılan edebî eserlerin okunması ve Farsça eserlerin yazılması do¬ğal bir şekilde devam etmiştir. Anadolu'da Yazılan İlk Farsça Eserler Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçukluların hâkim olduğu coğrafyalardaki şiir ve şairle ilgili düşünceler, Anadolu'da da paylaşılmış¬tır. Bu nedenle önceki dönemlerde olduğu gibi Anado¬lu Selçukluları zamanında da sultanların çevresinde de şairler bulunmuş, bunlardan sa¬natıyla öne çıkanların bazılarına melikü'ş-şu'arâ (=şairlerin sultanı) unvanı verilmiştir. I. Alâeddin Keykubâd, II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve II. İzzeddîn Keykâvûs'un hizmetle¬rinde bulunan Emîr Ahmed-i Kâni'î ile Erzincanlı Nizâmeddîn Ahmed ve Muhiddîn Ebu'l-Fezâil'in bu unvanı taşıdığı bilinmektedir. İbn Bîbî , Alâeddin Keykubâd'ın musikî ve şiirle ilgilendiği¬ni ve zaman zaman şiir söylediğini belirtir. Osman Turan'ın İslâm Ansiklopedisinde ver¬diği bilgilere göre Sultan Alâeddin sık sık Gazzâlî'nin Kimyâ-yt Saâdet'ini ve Selçukluların ünlü veziri Nizâmülmülk'ün Siyâset-nâme'sini okurdu. " Muhyiddîn-i Arabi, Evhadüddîn-i Kirmanı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Fahreddîn-i Irâkî gibi şiirleri de bulunan bir çok bilgin ve sûfî Sultan Alâeddin zamanında ve sonrasında Konya'da bulunmuştur. Saray çevresinde önceki yüzyıllarda büyük ilgi gören ve önemli yer edinen şiir, daha sonra özellikle XI. asrın ikinci yarısı itibariyle yavaş yavaş iki kutuplu olmaya başlamış¬tır. Anadolu'da Alâeddin Keykubâd zamanında farklı şekillerde yazan şairler aynı anda himaye görmüştür. Bu dönemde Kâni'î-yi Tûsî saray çevresinin şai¬ri, Mevlânâ ise tasavvufî geleneğin şairi olarak anılan iki ayrı tarzın öncüsüdür. Başta Alâeddin Keykubâd olmak üzere çeşitli Selçuklu sultanlarını öven Kâni'î, 1221'de görüştüğü Sultan Alâeddin'in emriyle Farsça manzum bir Selçuk-nâme yaz¬mıştır, ancak bu eser günümüze ulaşmamıştır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler dö¬neminde Farsça yazılmış önemli eserler şunlardır: Nizâmî'nin , Mengücek hanedanından Fahreddîn Behrâmşâh'a ithaf ettiği Mahzenü'l-Esrâr isimli mesnevisi. Sühreverdİ-i Maktulun, muhtemelen II. Kılıç Ardana ithaf ettiği Pertev-nâme. Kâni'î Ahmed b. Mahmûd et-Tûsi'nin izzeddîn Keykâvüs için yazdı¬ğı manzum Kelile ve Dimne. Şairin ayrıca ele geçmemiş 30 ciltlik manzum Selçuklu Şeh¬namesi adlı eseri de bilinmektedir. İbn Bîbî'nin 1281'de tamamladığı Selçuklu tarihi el-Evâmİrü'l-Alâiyye. Sultan Veled'in çağdaşı Nâşirî'ye ait tasavvufi eserler Fütüvvet-nâme ve İşrâkât. Azız b. Erdeşîr-i Esterâbâdî'nin Sivas hükümdarı Kadı Burhâneddin Ahmed adına yazdığı Bezm ü Rezm. Hoca Dehhânî'nin büyük ihtimalle III. Alâeddin Keykubâd'ın emriyle nazmettiği 20 bin beyitlik Selçuklular Şeh-nâmesİ ile Yârcânî'nin Alâeddin Bey isteğiyle yazdığı Karaman Şeh-nâmesi varlıkları bilinen fakat ele geçmeyen önemli Fars¬ça eserlerdendir. Rûmî nisbesi yanında Belhi ve Konevî nisbeleriyle de anılan ünlü sûfî Mevlânâ Celâleddîn'in , aile fertlerinin ve takipçilerinin söyleyip yazdıkları Farsça eser¬ler ise, XIII. ve XIV. asrın hacim ve muhteva açısından şaheserleridir. Sultan Veled'in oğlu Ulu Arif Çelebi'nin Divan'ı, Sipehsâlâr'ın Rİsâle'si, Ahmed Eflâkinin Menâkibu'l-Arifin'i (Mevlânâ hakkında yazılan eserlerin ve Mevlevîliğin kaynaklarının başında gelen bu eserin tamamlanış tarihi 1318'dir) bu tür eser¬lerdendir. Hacı Bektaş-ı Velî ise manzum ve mensur çevirileri bulunan Makâlât’ınıı Arapça yazmış olmakla birlikte halk arasında, özellikle köylü ve göçebe çevrelerinde büyük ilgi görmüştür. ANADOLU'DATÜRKÇEYE YÖNELİŞ VE TÜRK EDEBİYATININ ÖNCÜLERİ Anadolu'da gelişen Türk edebiyatının temelinde, Türklerin daha önce yaşadıkları Orta Asya ve İran bölgelerinde kazandıkları birikim ve ortaya koydukları edebî eserlerin önem¬li yeri vardır. Türk edebiyatının Anadolu'da gelişimine geçmeden önce Orta Asya'da Türkçenin ve Türk edebiyatının genel durumuna değinmek gerekir. Türk Edebiyatı'nın Anadolu'dan Önceki Genel Durumu Türklerin Anadolu'ya gelmeden önce, İslâm medeniyetine girdikleri dönemde, dil ve ede-biyatlarının gelişmiş bir durumda olduğu görülür. Bunun en bariz örneklerinden biri Ku-tadgu Bilig'tir. Karahanhlar döneminde Kutadgu Bilig gibi bir eserin birden karşımıza çıkması, Türk edebi¬yatının zengin ve büyük bir edebiyat, Türkçenin de işlenmiş, üstün ve büyük bir dil oldu¬ğunu göstermektedir. Türklerin İslâm dini ve kültürüyle karşılaşmalarından sonra Türk edebiyatında Arap ve Fars edebiyatındaki -başta Arap alfabesi olmak üzere- nazım şekilleri ve türleri, aruz vez¬ni ve yeni kafiye sistemi ile edebî eserler yazılmaya başlanır. Bu dönemlerde Arapça ve Farsçanın baskın çık¬ması ve bu dillerin kuralları oturmuş bir imlâsının olması, henüz böyle bir imkânı bulun¬mayan Türkçeyi ikinci plâna itmiştir. Farsça resmî ve edebî dil, Arapça da ilim dili olarak benimsenmiştir. Karahanlılar döneminde edebi faaliyetler, devletin yıkıldığı 1212 yılına kadar kesintisiz devam etmiştir. Hoca Ahmed-i Yesevî'den sonra gelen ve onun yolun izleyen şair¬lerin başında yer alan Hakim Süleyman Ata , Zengi Ata, Seyyid Ata ve Şeref Ata gibi sûfiler Yesevîlik'i devam ettirdikleri gibi Türkçe eserler de vererek halkı aydınlatmışlardır. XIII. yüzyılın başında Moğol istilası baş göstermiş ve Necmeddin-i Kübrâ gibi büyük sûfiler bunlarla mücadele ederken şehit düşmüşler, ancak bunların öğrencile¬rinden (=dervîşler) bazıları Anadolu'ya gelmişlerdir. Bu Yesevî ve Kübrevî dervişlerinin Anadolu'da Türk kültür ve edebiyatının yerleşip gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. Anadolu Selçukluları Döneminde Genel Edebî Durumu Anadolu, 1071'den sonra Selçuklularla yeni bir döneme girmiştir. Yesevî ve Kübrevi dervişleri yanında pek çok ilim adamının da Anadolu'ya gelmesiyle Anadolu'da kültür merkezleri oluşmaya başlamıştır. Necmeddin-i Kübrâ'nın öğrencilerin¬den Necmeddin-i Dâye Sivas'a, Baba Ilyas-ı Horasanı Amasya'ya, Hacı Bektaş-ı Velî Sulu¬ca Karahöyük'e, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî'nin babası Bahâeddin Veled Karamana gel¬miştir. Bahâeddin Veled daha sonra I. Alâeddin Keykubâd'ın daveti üzerine Konya'ya yer¬leşmiştir. Muhyiddin-i Arabî, Evhahüddîn-i Kirmanı, Şeyh Nasuriddin Mahmud el-Hoyî gibi âlim ve mutasavvıflar da Anadolu'ya sonradan gelmişlerdir. XIII. yüzyılda Anadolu'da edebî faaliyetlerin Farsça eserlerle devanı ettiği görülür. Bun¬da Genceli Nizamî ve Attar gibi büyük şairlerin tesiri de vardır. Mevlânâ'nın Nizamî ve Attâr'dan etkilenen şairler arasında ayrı bir yeri vardır. Mevlânâ'nın Anadolu'da (Konya) bulunması ve halkın Türk oluşu, onu Türkçe söylemeye yöneltmiştir. O, çok az olmakla birlikte yazdığı Türkçe şiirler ve mülemmalar ile Nizamî ve Attâr'dan ayrılır. Mevlânâ'dan sonra, onun meclisinde bulunan Hoca Ahmed Fakih, Türkçe şiirler söylemeye başla¬mış, Sultan Veled ise, Türkçe şiir söylemede bir hayli ileri gitmiştir. Bunları, XIV. yüzyılda, Yunus Emre, Gülşehrî ve Âşık Paşa gibi şairler izlemişlerdir. Anadolu'da Türkçeye Yaklaşım ve İlk Türkçe Eserlerin Yazılma Süreci Gazneliler ve Selçuklular döneminde Arap harflerinin kullanılmasına bağlı olarak ge¬rek resmî belgeler gerekse edebî metinler Arapça ve Farsça yazılmıştır, imlâ bakımından belirli bir kurala göre yazılan bu diller, Arap harflerini kullananlar tarafından üstün gö¬rülmüştür. Bunun yanında Arapça ve Farsça, Selçuklu'dan Cumhuriyet dönemine kadar Anadolu'da yabancı bir dil olarak da görülmemiştir. Hatta kimi zaman bu dillerin öğreni¬mi Türkçeden önce gelmiştir. Mevlânâ'nın Türk¬çe şiirleri ve mülemmaları bu devirde Türkçenin lehinde bir işaret gibi algılanmıştır. Sul¬tan Veled de hem bundan dolayı hem de Mevlevi dergâhlarında Türkçeye ihtiyaç olduğu¬nu fark ederek Türkçeye yönelmiştir. Diğer yandan Anadolu Selçukluları dönemin¬de Türkçe yazanların hor görülmesinden dolayı şair ve yazarların Türkçe eser yazmak¬tan utanıp çekinmeleri ile karşılaşılmıştır. Bu da Karahanlı devletindeki edebî faaliyetlerin zıddına olarak Türkçe işlenmiş, büyük eserlerin yazılmasını geciktirmiştir. Karaman Bey'in oğlu Mehmed Bey'in 13 Mayıs 1276 tarihinde "şimden gerü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayrı dil söylemeyeler" şeklinde alınan divan kararını okuması ve bu karardan sonra Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuk-nâme sinden öğrendiğimize göre, "defterler dahi Türkçe yazılacaktır" şeklinde emir vermesi, Türk yazı dilinin asıl başlangıcı olmuştur. Oğuz Türkçesi zamanla yazılan eserler sayesinde konuş¬ma dili olmasının yanında yazı dili haline gelerek edebî dil özelliği kazanmıştır. Anadolu'da Türkçenin Önderleri Karaman Bey'in oğlu Mehmed Bey'in bir vezir olarak okuduğu ferman ve "defterler dahi Türkçe yazılacaktır" emri, dönemin şair ve yazarlarının Türkçe eser yazmalarında etkili olmuştur. Bu dönemde Türkçe eser ya¬zanların başında Gülşehrî, Yunus Emre ve Aşık Paşa gelmektedir. İlk eseri Felek-nâme'yi Farsça yazan Gülşehrî, Mantıku't-Tayr'ı ve diğer şiirlerini ise Türkçe yazmıştır. Böylece Türkçe eser yazmada öncü durumuna gelen Gülşehrî, Türkçe eser yazanların hor görüldüğü bu dönemde, Türkçeye olan sevgi ve bağlılığını açıkça or¬taya koymuş bir şairdir. Ancak Ahmedî, Gülşehrî’yi tenkit eden bir şair olarak karşımıza çıkar. Anadolu'da gelişen Türk edebiyatının temelinde yer alan şairlerden biri de Yunus Emre'dir. Garib-nâme'nin yazıldığı tarihten on sene önce, 1320 yılında ölen Yunus Emre, Türkçeyi gönül dili haline getirmiştir. Risâletü'n-Nushiyye ile Divan'ında açık bir dil kullanan şairin Divan'ındaki dili, mesnevisine göre daha coşkun ve akıcıdır. Onun asıl kendini ve iç hâlini anlattığı dil, Divan'ındaki dilidir. Devrin Türkçe üzerine düşünen ve yeni fikirler ortaya koyan diğer büyük şairi, şiirlerini dil bilinci ile yazan Aşık Paşa'dır. Aşık Paşa, Batılı dil bilginlerinin ancak XVIII-XIX. yüzyıl¬larda üzerinde durdukları "dilin oluşumu/ortaya çıkışı" konularını onlardan dört-beş yüz¬yıl önce daha geniş olarak dile getirmiştir. Bu yönüyle "genel dilbilimci" özelliği taşıyan şair, anlatımı da "dille (sözlü) anlatım" ve "kalemle (yazılı) anlatım" olmak üzere ikiye ayırmıştır. Âşık Paşa, XIV. yüzyılın en büyük mesnevisi olan Garib-nâme’de yalnız Türkçe üzerinde değil, genel dilbilimin alt dallarından biçimbilim (=morfoloji; söz¬cüklerin oluşumu) içerisinde yer alan konular hakkında da görüşler ileri sürmüştür. Sesin ciğerden hava üzerine binerek kelimeler halinde ağızdan döküldüğünü belirten şair, ayrıca yazı ve resmin yanında bütün sanatları gözden geçirip bu sanatlarla ilgili tespitlerini "göz¬den giren elden çıkar" şeklinde kısa ve öz olarak ifade etmiştir. Gözleme büyük yer veren Aşık Paşa, bu eserinde Türkçe ile ilgili bazı tespit ve görüşlerine de yer vermiştir. Anadolu beyliklerinde ve Osmanlıda Türkçeye verilen önemle birlikte toplumda Türkçe eserlere olan talep, Aşık Paşa, Yunus Emre, Gülşehrî, Tursun Fakih ve Şeyyâd Hamza gibi şair ve yazarların daha XIV. yüzyılın başın¬da dil bilinci ile eser vermelerinin önünü açmıştır. Türkçe telif ve tercüme eserlerin yazıl¬ması, bu asırdan itibaren sonraki yüzyıllarda artarak devam etmiştir. Anadolu'da Yazılan İlk Türkçe Eserler Anadolu'ya yerleşen Türklerin büyük bir kısmı Oğuz Türkleri olduğu için, burada konu¬şulan dilin temelini, yukarıda da belirttiğimiz gibi Oğuz lehçesi oluşturmuştur. XII-XIII. yüzyıllarda, eski Türk destanları, Dede Korkut hikâyeleri ile Ebû Müslim ve Battal Gazi gibi Müslüman kahramanların etrafında gelişen menkıbeler, Anadolu'yu Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için büyük mücadele veren Oğuz boyları için önemli manevi güç kaynağı olmuştur. Böylece Anadolu, bu yüzyıllarda Türklerin dinî-menkıbevî destan edebiyatı geleneklerini sürdürdükleri uygun bir ortam hâline gelmiştir. Bunun so¬nucunda XIII. yüzyılda Anadolu'da Danişmend-nâme, Battal-nâme, Ebû Müslim gibi dinî-tarihî, menkıbevî destanlar ortaya çıkmıştır. Destancı ozanlar ile Anadolu ve Rumeli'nin fethinde önemli rolü olan alp eren denilen veliler, Türk halkına manevi güç vermelerinin yanında eski dönemlerin inanç ve geleneklerinin İslami bir şekle dönüştürülerek yaşatıl¬masında önemli katkıda bulunmuşlardır. XIII. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu'da bağımsızlıklarını ilan etmeye başlayan beyler, Selçukluların aksine, Arap ve Fars kültürüne fazla ilgi göstermemişler, gelenekleri¬ne ve kendi dillerine önem vererek yaptıkları savaşlar ve siyasî mücadeleler sırasında bile ilim adamlarını, şairleri, edipleri ve sanatkârları korumuşlardır. Bunun sonucunda çeşitli konularda telif ve tercüme yüzlerce eser yazılmış¬tır. Daha sonra, beylikler dönemi Türk dili ve kültürü üzerinde kurulan Osmanlının yük¬selişi ile birlikte bu dönemin Türkçesi (=Batı Oğuzcası) de gelişerek klâsik eserlerin veril¬diği bir edebiyat dili hâlini almıştır. Fuad Köprülü, Ahmed Fakîh'in Çarh-nâme'sini, Anadolu'da, XIII. yüzyılda yazılan ilk Türkçe eser olarak kabul etmiştir. Ancak, Köprülüden sonra Ahmed Fakih ve eserleri üze¬rine yapılan çalışmalara göre, Ahmed Fakîh adını taşıyan farklı yüzyıllarda yaşamış deği¬şik kişilerin varlığı ve bunların birbirine karıştırıldığı da söz konusudur. Gülşehrî'nin XIV. yüzyıl başlarında yazdığı Mantıku't-Tayr’ında kendisinden önce yazıldığını haber verdiği, yazarı bilinmeyen manzum bir Şeyh Sanan Kıssası ile Şeyyâd İsa'nın Salsal-nâme ve Ibni Alâ'nın Selçuklu Sultanı Izzeddin Keykâvus'un emriyle yazdı¬ğı Dânişmend-nâme, Anadolu Selçukluları devrinde yazıldığı hâlde bugün elimizde bu¬lunmayan Türkçe eserlerdir.Bu eserleri XIV. yüzyılda Yunus Emre'nin Divanı ile Risâletü'n-Nushİyye'si, Gülşehrî'nin Mantıku't-Tayr'ı ve Aşık Paşa'nın Garib-nâme'si ile Tursun Fakih'in Gazavât-ı Bahr-ı Umman ve Sanduk adlı eseri takip eder. Nasreddin Hoca, XIII. yüzyılda Selçuklular devrinde yaşamış Türk miza¬hının büyük bir temsilcisidir. Onun hakkındaki yetersiz ve rivayetten öteye gitmeyen bilgilerden dolayı tarihi kişiliğini tespit etmek güçtür Nasreddin Hoca fıkraları, Osmanlı devleti idare¬sinde yaşamış milletler arasında, özellikle Balkanlarda çok yayılmış ve birçok yabancı dile de çevrilmiştir. Ayrıca bu fıkraların şerhleri de yapılmıştır. Karışık Dilli Eserler XII. yüzyıldan itibaren Doğu ve Batı Türkleri arasında yeni ve birbirinden farklı yazı şi¬veleri meydana gelmeye başlamıştır. Oğuz Türkçesi, Anadolu'ya gelen göçebe Oğuz¬ların ancak XIII. yüzyılda başlayan çabaları ile kurulabilmiş bir yazı dilidir. Oğuz Türkçe¬sinin XI. yüzyılın ikinci yarısındaki dil yapısı hakkında en sağlıklı bilgiyi veren Kâşgarlı Mahmud'un Divanü Lügat i't-Türk'üdür. Bu eserde verilen bilgilere göre, XI-XIII. yüzyıllar arasındaki Oğuz Türkçesinin Karahanlı yazı dili özellikleri ve bir dereceye kadar da Kıp¬çak Türkçesi özelliklerinin karışmasından meydana gelmiş, geçiş dönemine özgü karışık bir dil olduğu görülmektedir. Haliloğlu Ali'nin 1303'te hece vezniyle ve dörtlüklerle yazdığı Kıssa-i Yusuf adlı ese¬ri ile Fahreddin bin Mahmûd Ibni'l-Hüseyn'in yazdığı Behçetü'I-Hadâyık fi Mev'İzetİ'l-Halâyık, XIII. yüzyılda yazılan karışık dilli -hem Doğu Türkçesi hem eski Anadolu Türk¬çesi özellikleri bulunduran- Türkçe eserlerdir. Şeyh Ali b. Muhammed'in 1303'te istinsah ettiği, "meclis" adı verilen ve başlıkları Arap¬ça olarak yazılmış kırk bir bölümden oluşan Behcetü'l-Hadayık, Arapça ve Farsça bilme¬yen vaizlerin isteği üzerine, Arapça ve Farsça çeşitli vaaz kitaplarından faydalanılarak ya¬zılmış, XI. yüzyıl Türkçesi ile XIII. yüzyıl Anadolu Türkçesi arasında köprü vazifesi gören bir eserdir. Bunlardan başka, Şeyyâd Hamza'nın Mecmuatü'n-Nezâ'ir'de bulunan bir gaze¬linde de Doğu Türkçesi özellikleri bulunmaktadır. Bu durum da, Anadolu'ya birbiri ar¬kasından gelen Oğuzlar ve diğer Türk boyları vasıtasıyla. Doğu Türkçesinin yazı geleneği ile Anadolu’da gelişen dil ve edebiyat arasındaki bağların sürdürüldüğünü göstermektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder