19 Temmuz 2012 Perşembe

AÖF TDE 2. SINIF ORHON VE UYGUR TÜRKÇESİ 3. ÜNİTE

ORHON VE UYGUR TÜRKÇESİ 3. ÜNİTE KÖKTÜRKLER 1.Türk Kağanlığı(552-630):Tarihte Türk adını resmi devlet adı olarak ilk defa kullanan Köktürklerdir. Köktürklerin ortaya çıkışı 540’lı yıllardır. Çin kaynaklarına göre, o yıllarda Köktürklerin lideri Bumin Kağan Çin ile resmi ilişkilere girmiştir. Köktürkler Avarlara bağımlıdır. Bumin kağan Avarlara karşı başlatılan Tölis isyanını bastırınca elli bin kişilik bir kuvvet ona bağlanır. Bumin Kağan 552’de Avarlara saldırır ve onları yener. Köktürk kağanlığı bağımsız olur. Bumin Kağan devletin batı kısımlarının idaresini kardeşi İstemi’ye verir. Doğu kısmı devletin merkezidir. Bumin Kağan’ın ölümünden sonra oğlu Kara Kağan tahta geçer, o da ölünce diğer oğlu Muhan Kağan tahta geçer. Muhan askeri harekata başlar. Avarları, Kıtanları, Kırgızları, Heftalitleri yener. Heftalitleri yenenin istemi olduğunu kaydeden kaynaklar da vardır. İstemi kızıyla Sasani hükümdarının evliliği sayesinde Sasanilerle güç birliği eder ve Heftalitlerin yıkılmasında etkili olur. Yıkılan Heftalit toprakları üzerinde Türkler ve İranlılar hak iddia eder. Ancak önemli şehirler ve İpek yolu burada ticaret yapan Soğdlar İstemi’nin yönetimi altına girer. Soğd tüccarlar, İran’da ipek ticaretini yapmak istediklerinden İstemi’yi o ülkeye heyet göndermeye ikna ederler.Heyet Türklerin koruması altında Soğdlardan oluşmaktadır. Ancak İranlılar bu isteğe karşı çıkıp ipek ticaretini kendi ellerinde tutmak istediklerini belirtirler. İpek ticareti konusunda Bizans’a giden ilk Türk heyeti 563’tedir. Bu heyetten daha büyüğü 568’de gitmiştir. Heyetin başında Soğd lider Maniakh vardır. Heyet Bizans İmparatoruna Türk kağanının İskit harfleriyle yazılmış mektubunu sunar. Bizanslılarca bu heyet iyi karşılanır ve Türk-Bizans ilişkilerinin iyileşmesiyle Bizans’ın Sasanilerler savaşları başlar. Köktürklerin merkezi yönetimi doğu kanadındadır. Dolayısıyla Muhan kağan’ın döneminde Köktürk Kağanlığının sınırları çok genişlemiş, Orta Asya’yı bir uçtan bir uca kaplamış ve Muhan Kağan ülkeyi yirmi yıldan fazla yönetmiştir. I. Köktürk Kağanlığının yazışma dili olarak ne kullandığı kesin olarak bilinmemektedir. Bizans İmparatoruna verilen mektubun İskit harfleriyle yazıldığı belirtilmiştir. Bu dönemde bir yazışma dili vardır. Ancak bu yazının Köktürkçe olduğu şüphelidir. Çünkü Köktürklerden kalma en eski yazıt olan Burgut Yazıtı’nda Soğdça ve Soğd alfabesi kullanılmıştır. Burgut yazıtı 581’de dikilmiştir ve I.Köktürk Kağanlığını anlatır. Taspar Kağan ve Sonrası:Muhan 572’de ölmeden önce yerine oğlu yerine kardeşi Taspar’ın geçmesini vasiyet etmiştir.Burgut yazıtında Taspar olarak geçen Kağan devlet daha ileri götürmek için çabaladı. Güney sınırındaki Çin devletlerine hükmetti. Ancak sahip olduğu gücü iyi kullanamadı. Budizmden etkilendi ve Budist tapınağı yaptırdı. 575’te Nirvanasutra adlı Budist kitabı Çinceden Türkçeye çevirtti Ancak bu kitap bulunamamıştır. Taspar, Muhan Kağan’ın tahta geçirmediği oğlu Apa kağan’ı tahta varis yaptı. Ancak Apa kağan tahtta fazla kalmadı. Taspar’ın oğlu kağan oldu. Ancak o da başarılı olamayınca Nivar kağan seçildi. Köktürk kağanlığının batı kısmında ise istemi’nin ölümünden sonra oğlu Tardu kağan oldu. Bu dönemde Köktürkler arasında ilk anlaşmazlık başladı. Apa Kağan, Nivar’a karşı mücadeleye başlamış ve Tardu’yu kendisine yardıma ikna etmiştir. Ancak Nivar Çin hanedanından yardım görmüş ve Apa onu tahtından edememiştir. Apa bu sefer Tardu’ya (batı kağanlığına) saldırmış ve Tardu Nivar’a sığınmak zorunda kalmıştır. Böylece Apa Kağan Batı Türklerinin başına geçer ve devlet doğu ve batı olarak ikiye ayrılır. Nivar’dan sonraki Kağan Baga batıya karşı yapılan bir sefer sırasında öldürürlür. Türk-Çin İlişkisi: Türklerle Çinliler arsında ilk temaslar, Türkler Avarlar yönetimi altındayken başlamıştır. Sui hanedanı döneminde Türkler iç çekişmeler yaşarken boylar arasındaki siyasi çekişmelerinde yönlendirici olmuşlardır. I.Köktürk Kağanlığı’nın Yıkılışı:Doğu Köktürk Kağanlığı 630 yılında kişisel çekişmeler sebebiyle yıkılır ve kağan Çin’e götürülür. Batı Türklerinin başında ki Tung Yabgu güçlüdür. Tung’un yönetimi altındaki halklar Karluk Türklerinin önayak olmasıyla isyan eder ve Tung Yabgu öldürülür. Bu bölgeler ve Türkler KARACAN AKADEMİ SULTAN UĞURLU Çin egemenliğine geçer. Çin egemenliğinde geçen elli yıllık sürede Türkler büsbütün örgütsüz değillerdi, Başbuğları, Çinliler tarafından kabul edilmiş liderleri vardı. Bu başbuğlardan biri Doğu Köktürk devletinin hükümdarlarının soyundan olan Kutlug’du. Kutlug 681’de Çin Seddi dışında kalan Yin-Şan(Çogay) dağlarına kaçar Tonyukuk da Kutlug’la birliktedir. II.KÖKTÜRK KAĞANLIĞI(682-744): Çin’e karşı yapılan başarılı savaşlar sonucu Kutlug Kağan 682’de II. Köktürk Kağanlığını kurar ve Türk boyları bağımsızlığına kavuşur. Bu yüzden Kutlug kağan’a Halkı derleyip toplayan anlamındaki İlteriş unvanı verilir. İlteriş Kağan ve Vezir Tonyukuk: İlteriş, akıllıca politikalar yürüterek Çin’de hapiste bulunan Tonyukuk’u kurtarıp yanına alır. Tonyukuk Çin’de büyümüş, Çin politikalarını öğrenmişti. Çin’in entrikalarıyla Türklerin başa çıkamayacağını bildiği için hep Çin’den uzak bir ülke istemişti. Bunun için de Ötüken ormanını göstermişti. Ötüken Ormanında oturursa sonsuza dek devlet sahibi olacağını düşünüyordu. Tonyukuk askeri işlerde de başarılıdır. Göreve başlayınca Oğuzlarla mücadeleye girişir. Oğuzların ağır yenilgisi üzerine diğer Türk boyları da onlara gelip tabi olmak istemişlerdir.Ötüken Türk geleneklerine göre eskiden beri Türklerin kutsal toprağıydı. Onun için de Tonyukuk ilk olarak buranın zabtını istiyordu. Tonyukuk’un da desteğiyle bağımsızlık savaşına giren İlteriş ilk olarak Ötüken’i elde eder. Tutsak edilen Türkleri kurtarmaya çalışan İlteriş, defalarca savaşa katılmış, Türgişlerle yaptığı bir savaşta 691’de ölmüştür. Kapgan Kağan Dönemi:İlteriş’in oğulları küçük olduğundan yerine kardeşi Kapgan geçer. Kapgan döneminde devlet daha da güçlenmiş, çağının en büyük kuvveti haline gelmiştir. Çindeki tang hanedanı Kapgan’ı öldürmek için diğer Türk boylarını kışkırtıyordu. Bayırkular Çin’in oyununa gelerek isyan etti. Savaşta Kapgan galip geldi; ama dönerken öldürüldü. Yerine oğlu geçti, Köl Tigin bunu kabul etmeyip ağabeyi Bilge Kağan’ı tahta oturttu. Tonyukuk başta kapgan’ın oğlunu desteklemişse de ilerde iki kardeşe yardım etti. İdare tam uyum içindeydi. Bilge Kağan ve Köl Tigin dönemi: Bu dönemde tecrübeli devlet adamı Tonyukuk sayesinde Çin’le iyi ilişkiler kurulmuştu. Çin kaynaklarına göre Bilge Kağan Tonyukuk’tan yerleşik hayata geçmek ve Çin’deki dinlerden biriin kabulünü ister. Ancak Tonyukuk’a göre Türkler sayıca az olduklarından milli kimliklerini koruyabilmelerinin tek şartı, sürekli yerleşim merkezi kurmamaktır. Türkler eski gelenek ve göreneklerini değiştirecek olurlarsa tekrar Çin egemenliğine girebilirlerç II.Köktürk kağanlığının Yıkılışı: 731 yılının ilkbaharında Kül Tigin ölür. Bilge Kağan tarafından düznelenen cenaze törenine Köktürklerin komşularının tamamı katılır. Çin hükümdarı Köl tigin için inşa edilen tapınağa destek için ressamlar, 3.75 yüksekliğinde mermer sütun (anıt için) gönderir. 732’de Bilge kağan, Köl Tigin için hazırlanan yazıtı diktirir. Bilge Kağan zehirlenerek öldürülmüştür. Bilge Kağan’ın oğlu Tengri Tigin Bilge Kağan için bir yazıt diktirmiştir. Bilge Kağan’ın ölümünden sonra 10 yıl içinde çok kişi tahta geçmiştir. Köktürk devletinin başta gelen unsurları Basmil, Karluk ve Uygurlar arasındaki iktidar çekişmesini Uygurlar kazanmış ve 745’te Türk kağanının başı

AÖF TDE 2. SINIF ORHON TÜRKÇESİ 2. ÜNİTE

TÜRK DİLİNİN DÖNEMLERİ 2.ÜNİTE Türk Dilinin Orhun Türkçesinden Önceki Dönemleri:Türk dilinin en eski yazıtı, VII. Yüzyıla ait altı satırdan ibaret olan Çoyren yazıtıdır. Moğol dilinin en eski yazalı belgesi. 1225 tarihli Yesünke taşı’dır. Tunguzcanın en eski yazılı belgesi bugün ölü diller arasında sayılan Çuçen diline aittir. Bu belgeler 1413 ve 1433’ten kalmadır. Mançuca belgelerin en eskisi 16. Yüzyıla aittir. Korecenin ilk belgeleri 1443’e aittir. Japoncanın en eski yazılı belgesi ise 712 yılına aittir. Görüldüğü gibi Türk dili Altay dilleri arasında en eski yazı dilidir. Bir dilin bilinmeyen en eski dönemleri hakkında ancak rekonstrüksiyon (yeniden oluşturma, kurma) yöntemiyle fikir sahibi olabiliriz. Türk dili yazılı metinlerden önce de çok uzun süre kullanılmıştır. Ana Altayca Dönemi:Türk dilinin tarihinde en erken dönem, Altay dil birliği dönemidir. İlk Türkçe Dönemi: Altay dil teorisini kabul etmeyenler için bu Türk dilinin en eski dönemidir. Altay dil birliğini kabul edenler için ise Ana Altaycadan ayrılmış ve bağımsız bir dil olarak gelişmeye başlamıştır. MÖ 3.500’lü yıllardan Milada kadarki dönem olarak kabul edilir. Bu dönem Çuvaşça da dahil olmak üzere bütün Türk dillerinin ata dönemidir. Ön Türkçe döneminde r-z, l-ş denklikleri sebebiyle daha sonra ortaya çıkacak olan ayrışma henüz olmamıştır. İlk Türkçe döneminde ogux biçiminde konuşanlar vardır. Bu Ana Çuvaşçada ogur, Ana Türkçede oguz olmuştur. Ana Çuvaşça ve Ana Türkçe Dönemi:Bu dönem miladın ilk yıllarından Türk diliyle yazılan ilk belgelerin bulunuşuna kadarki dönemdir. r’li konuşanların dili olan Ana Çuvaşça( Ana Bulgarca) dönemi , sözü edilen yıllar içinde Karadeniz’in kuzeyinde ve Kuzey Kafkasya’da yaşayan Bulgar Türklerinden kalan belgeleri içine alır. Bu konuda Bizans kaynaklarında bilgi vardır. Bizans kaynaklarını Macar bilgini Moravesik incelemiş, r’li konuşanlara on ogur, ogur dendiğe bunların Atilla’nın Hunlarından olduğunu belirtmiştir. z’li konuşanların dili Ana Türkçe Çuvaşça dışındaki bütün türk dillerini kapsar. z’li konuşanların 1. Köktürk kağanlığı döneminde (552-630) birtakım Nirvanasutraların( =Nirvanaya ulaştığına inanılan kişilerin felsefelerinin anlatıldığı Budizm kitapları)Türkçeye çevrildiği Çin kaynaklarında geçer. Bizans kaynaklarında oguz grubundakilerin Bizansla ilişkileri anlatılır. İstemi Kagan’ın Doğu Roma İmparatoruna elçi ve mektup gönderdiği belirtilmiştir. Elçi Sogd kökenlidir. Sogd: İran halklarından olan soğdlar bugünkü Özbekistanda yaşamış, Türklerle iyi ilişkiler kurmuş, Zerdüştlük, Budizm, Maniheizm ve Hristiyanlık gibi çeşitli dinleri benimsemiş, Bögü kagan Maniheizmi devlet dini olarak kabul ettikten sonra Sogd yazısı yaygınlaşmıştır. Eski Türkçe Dönemi(VII.-XIII.yy):Bu dönemİlk yazılı belgelerin tesbit edildiği Köktürkçe ile başlar. Göktürkçe, Uygurca ve Karahanlı yazı dillerini kapsar. 13. Yüzyıla kadar Doğu Türkçesinde iki ayrı yazı dili olmuştur. Biri Köktürkçe ve Uygurca, diğeri Kaşgar’da ortaya çıkan Karahanlı Türkçesidir. Uygur ve Karahanlı Türkçesi birbirinin devamıdır; ancak yan yana kullanılmıştır. Farklı bir yazı dili olan “Eski Oğuz Türkçesi”nin ilk metinleri 13. Yüzyılda görülür ve bu Orta Türkçe döneminin başlangıcı olur. Eski Türkçe içindeki Karahanlı Türkçesinde en büyük değişiklik İslamiyetin kabulüyle Arap alfabesinin kullanılması olmuştur. Türkler Alfabe ve din konusunda hiçbir zaman tutucu olmamışlardır. Daha önce de762’de uygur hükümdarı Bögü kagan Mani dinini kabul etmiş ve manihey alfabesini kullanmıştır. Bu da gösterir ki yeni bir dinin kabulü ve yeni bir alfabe yeni bir dil döneminin başlatılması için yeterli değildir. İlk Dönemlendirme Çalışmalarında Eski Türkçe: Eski Türkçe dönemi başlangıçta 6. Ve 10. Yy’lar arası için kullanılmış, Uygur edebiyatının İslamiyetten sonraki ürünleri de bu gruba dahil edilmiştir. Türk dilinin dönemlendirilmesi konusunda Samoyloviç’in bir makalesi vardır. Bu makale Harezm Türkçesine yer vermesi bakımından önemlidir. Türkçenin asıl dönemlendirme çalışması 1936’da Gronbech’le başlar. Gronbech Türk dilini üç döneme ayırmıştır. 1. Eski Türkçe:Orhun ve Uygur Türkçeleri 2. Orta Türkçe: karahanlı Türkçesiyle başlar, 20. Yy başlarına kadar gelir. 3. Yeni Türkçe: 20. Yüzyıldaki Türk dillerini kapsar. Luis Ligetti’nin Türk dilini dönemlendirmesi şöyledir: 1. Eski Türkçe(VI.-IX.yy) : Köktürkçe ve Uygurca; belki Eski Kırgızca 2. Orta Türkçe(X.-XV.yy): a) Mani ve Buda tercümeleri, Uygurcanın kuruluşu b) Çağatay yazı dili c) Kıpçakça ve Oğuzca 3. Yeni Türkçe:16.yüzyıldan itibaren bugünkü Türkçenin kuruluşu Ligetti’nin dönemlendirmesinde dikkat çeken özellik, X.yy. sonrası Maniheist ve Budist Uygur yazmalarının Orta Türkçe içinde yer almasıdır. Oysa Gabain Köktürk ve Uygur harfli yazmaların tamamını eski Türkçe içinde değerlendirmiştir. Ahmet Caferoğlu, uzun bir süreTürkiye’de bu konuda çalışma yapan tek kişi olmuştur veKöktürk ve Uygur dönemlerini eski Türkçe başlığı altında incelemiştir. Daha sonra Nuri Yüce 6. Ve 9.yy. arasını Eski Türkçe olarak adlandırmış ve Orta Türkçeyi Karahanlı Türkçesiyle başlatmıştır. Türk Dilinin Dönemlendirilmesinde Kullanılan Olgu:İlk dönemlerde Türk dilini tarihi dönemlere ayırırken İslamiyet’in kabulü ölçüt alınmıştır. Ancak bu ölçütün doğru olmadığı görülmüştür. Din değişikliğinin ölçü olamayacağı Uygur edebiyatı içinde birden fazla dinin varlığıyla açıklanmıştır. Bu yüzden son dönem değerlendirmelerde İslamiyet’in kabulü ölçü alınmamıştır. Andras Rona Tas’ın son dönem değerlendirmesi şöyledir: Eski Türkçe: 1. Erken Eski Türkçe (400-550) 2. Geç Eski Türkçe (550-1200) a) Geç Eski Türkçe I (550-700) b) Geç Eski Türkçe II (700-1000) c) Geç Eski Türkçe III (1000-1200) Orta Türkçe: Rona Tas Orta Türkçe dönemini Moğol İstilası ile 1200’lerde başlatmıştır. 13.yy.dan itibaren Türkçenin doğu kanadındaki yazı dilinin yanında batı kanadında da yeni bir yazı dili ortaya çıkmıştır. Doğu Türkçesi: Harezm=> Çağatayca Batı Türkçesi: Eski Oğuz Türkçesi(=Eski Anadolu Türkçesi)=>Osmanlı Türkçesi Lars Johanson da 7.yy.dan Moğol istilasına kadarki döneme Daha Eski Dönem demiş ve bu dönemi: 1. Doğu Eski Türk Dili 2. Eski Uygur Türkçesi 3. Karahanlı Türkçesi Olarak üç alt gruba ayırmıştır. Orta Türkçe dönemini de Rona Tas gibi 13.yy’dan sonra başlatmıştır. Eski Türkçe Dönemini 12.yy’a kadar getiren ve bu dönemin üç yazı dilini kapsadığını gösteren diğer çalışmalar Marcel Erdal ve Aysu Ata(kitabın yazarı)’ya aittir. Orta Türkçe Dönemi:(XIII.-XX.yy): 13.yy’dan itibaren Moğol istilasıyla Türklerin farklı coğrafyalarda yaşamaya başlaması Orta Türkçe Döneminin başlangıcıdır. Bu dönemin başlangıcından 15.yy’a kadar doğuda Harezm Türkçesi, batıda Eski Oğuz(Anadolu) Türkçesi vardır. 15.yy’dan 20.yy’a kadar ise doğuda Çağatayca, batıda Osmanlıca hakim olmuştur. Orta Türkçe terimini ilk olarak Carl Brockelmann Karahanlı Türkçesi içinm kullanmış, daha sonra bu terimin anlamını Karahanlı, Harezm ve Çağatay Türkçelerini içine alacak şekilde genişletmiştir. Fuat Köprülü, Harezm Türkçesini (13.-14.yy) Çağatay devri içinde değerlendirmiştir. Ahmet Caferoğlu, Orta Türkçe dönemini Karahanlı Türkçesiyle başlatmış ve doğu kolundaki Türkçelere “Müşterek Orta Asya Türkçesi” demiştir. Müşterek Orta Asya Türkçesini de üçe ayırmıştır. 1. Kaşgar’da ortaya çıkan Hakaniye ya da doğu Türkçesi 2. Batı Türkistan’da Harezm’de gelişen Harezm(Altın Ordu) Türkçesi 3. Çağatay Türkçesi Nuri Yüce, Orta Türkçe Dönemini, 1. Yazı dili olma(XI.-XV.yy) 2. Gelişme dönemi (XVI.-XX.yy):Bu dönemde Osmanlı, Çağatay, Kıpçak, Türkmen vb. şiveler bu dönemde yazı dili haline gelmiştir. Yeni Türkçe Dönemi: XX.yy’lın başlarında başlayıp bugünkü Türk dil ve lehçelerinin (Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Yakutça, Çuvaşça vs.) ortaya çıktığı dönemdir. Sonuç olarak Türk dilinin tarihi dönemleri şöyledir: Ana Altayca=>İlk Türkçe=> Ana Türkçe ve Ana Çuvaşça Ana Türkçenin gelişimi ise: Eski Türkçe Dönemi(VII. Ve XIII.yy): a) Köktürk Türkçesi b) Uygur Türkçesi c) Karahanlı Türkçesi Orta Türkçe Dönemi (XIII. Ve XX.yy): a) Doğuda=> Harezm ve Çağatay Türkçesi b) Batıda=>Eski Oğuz ve Osmanlı Türkçesi Yeni Türkçe Dönemi (XX.yy’ın ilk çeyreği-……)

AÖF TDE 2. SINIF ORHON TÜRKÇESİ 1. ÜNİTE

ORHUN TÜRKÇESİ 1. ÜNİTE YAPILARI BAKIMINDAN DİLLER: Dünya dillerinin (lehçe dil ayrımı yapılamamasından ve bilinmeyen bölgelerde kullanılan yazıya geçirilmemiş dillerin bulunmasından dolayı) tam bir sayısını vermek mümkün değildir. Dünyada 2500-5000 arasında dilin varlığından söz edilmektedir. Yeryüzündeki diller genelde iki bakımdan sınıflandırılır. A)YAPI BAKIMINDAN DİLLER: Diller yapı bakımından üç gruba ayrılır. 1. Yalınlayan diller(tek heceli diller): Bu dillerin en önemli özelliği ek almayışı, büküme yani yapı bakımından değişikliğe uğramayışıdır. Sözcükler cümle içinde başka sözcüklerle birlikte anlam ve görev yüklenmektedir. Bu dillerde vurgu önemlidir. Bu dillerde sözcüklerin bir bölümü tek hecelidir. Çince, Tibetçe Vietnem dili, Bask dili, bu gruptaki dillerdendir. 2. Bağlantılı ve kaynaştıran diller(eklemeli diller): a)Bağlantılı diller:Bu dillerde sözcük kökenleri değişmez, ulanan eklerle yeni anlam ve görev kazanır. Türkçe ve diğer Ural Altay dilleri, bazı Asya ve Afrika dilleri yer almaktadır. b)Kaynaştıran diller: Bağlantılı dillere benzer. Kaynaştıran dillerde eylem aldığı soneklerle cümledeki diğer ögelerin işlevini yüklenebilir. Yani yüklem cümle olabilir. Amerikan Kızılderilileri, Eskimo ve Gürcü dilleri bu gruba örnek verilebilir. 3.Bükümlü (çekimli) diller:Çekim sırasında sözcük kökeninin değişikliğe uğradığı dillerdir. a) Kök bükümlü: Arapça ve içinde yer aldığı Hami-Sami dilleri b) Gövde bükümlü: İngilizce, Fransızca, almanca vb. Hint-Avrupa dilleri gibi. B)KAYNAK BAKIMINDAN DİLLER: Kaynak ve köken bakımından birbirine yakın olan dillerin aynı kaynaktan çıktığına çeşitli tarihsel olaylar nedeniyle ayrılıp farklı gelişme yolları izlediğine ve birbirleriyle akraba olduklarına inanılır. Bunlar dil aileleri oluşturur. Dillerin bir dil ailesi içinde yer alması o dilleri konuşanların ırk birliğini göstermez. Yeryüzündeki dil aileleri konusunda kesin bir sayı vermek mümkün değildir. Üzerinde en çok araştırma yapılan ve akrabalığı kesin olarak ortaya konan dil ailesi, Hint-Avrupa dil ailesidir.Daha sonra Ural-Altay, Hami-Sami ve Çin Tibet dil aileleri gelir. Bir dil ailesinde olan diller arasında ses (=fonetik), yapı(= morfoloji), sözlük (=leksikoloji) ve cümle bilgisi (=sentax) bakımlarından ortak özellikler olması gerekir. 2.Ural -Altay Dil Ailesi Ural dilleri Altay dilleri 1.Fin-Ugor dilleri 2. Samoyed dilleri Türkçe Fince Moğolca Macarca Mançu-Tunguzca Ugorca (?)Korece (?)Japonca Estonyalı bilgin F.J.WİEDEMANN 1838 yılıda Ural-Altay dil ailesinin ortak özelliklerini 14 madde halinde belirlemiştir. Bunlar: 1. Ses uyumu bu dillerin en başta gelen özelliğidir. 2. Sözcüklerde gramatikal cinsiyet yoktur. Yani sözcükler eril ve dişil diye ayrılmaz. 3. Sözcüğün başına yazılan, Arapçadaki “el” ya da İngilizcedeki “the” gibi belirtme edatları yoktur. 4. Ural-Altay dil ailesindeki dillerin hepsi bağlantılı(eklemeli) dillerdendir. Türetme ve çekim eklerle yapılır. Sözcük kökünde değişme olmaz. 5. İsimler iyelik ekleriyle çekimlenir. 6. Fiil şekilleri zengindir. 7. Hint Avrupa dillerindeki ön-ek yerine son-ek kullanılır. Bi-günah=günahsız. 8. Sıfatlar isimlerden önce gelir. 9. Sayı sözlerinden sonra çokluk eki kullanılmaz. Yedi cüceler, kırk haramiler gibi örnekler istisnadır. 10. Karşılaştırma –den ekiyle yapılır. Bal-dan tatlı. 11. Yardımcı fiil olarak i- kullanılır. Öğrenciydi. 12. Ural-Altay dillerinin çoğunda olumsuz hareket için ayrı fiil vardır. 13. Soru eki bulunur. 14. Bağlar yerine fiil şekilleri kullanılır. URAL-ALTAY DİL AİLESİ ÜZERİNE YAPILAN İLK ÇALIŞMALAR: Ural-Altay dil ailesinin varlığı kesinleşmediğinden henüz bir teori konumundadır. Bu alanda ilk çalışan kişi olarak İsveçli subay Strahlenberg gösterilir. İsveç ve Rusya arasındaki bir savaşta Ruslara esir düşen subay Sibirya bölgesinde Tobolsk şehrine sürgün edilmiştir. Sürgünde bulunduğu 10 yılı aşan sürede Sibirya hakkında çeşitli çalışmalar yapmıştır. Özellikle Rus çarına sunduğu Sibirya ve Orta Asya haritası ile dikkatleri çekmiştir. Rusya tarafından araştırma yapması için Tobolsk’a gönderilen Messerschmidt’in yanına yardımcı olarak verilmiştir. Ülkesine dönünce “Asya ve Avrupa’nın Kuzey ve Doğu Kısımları” adıyla bir kitap yayımlamıştır. Bu kitapta rus tarihi ve kültürü, söz konusu coğrafyadaki halklar ve onların dilleri konu edilmiştir. Türkoloji açısından önemli kılan özelliği ise Türklerden kalan mezar taşları ve yazıtlardan söz etmesi, bu taşların çizimlerinin verilmesidir. Bunlar Yenisey yazıtlarıdır. Yenisey yazıtları hakkında ilk bilgileri vermesi bakımından Strahlenberg ve eseri önemlidir. Eserde Türk dilleri arasında Yakutça ve Çuvaşçadan da bahs edilmiştir. Strahlenberg, eserinde Ural-Altay kavimlerinin konuştuğu 32 dil Tatar adı altında toplamış ve bu dilleri 6 gruba ayırmıştır. 1. Fin-Ugor 2. Türk-Tatar 3. Samoyed 4. Moğol-Mançu 5. Tunguz 6. Karadeniz ve Hazar denizi arasındaki halklar. Strahlenberg’in yaptığı bu tasnif, 19. yüzyılın ortalarına kadar kullanılmıştır. Ayrıca eserinde 1.500 kelimelik bir Moğolca sözlüğe de yer vermiştir. Strahlenberg, eserinde bu eseri oluşturan malzemeyi Messerschmidt’le birlikte topladıklarını, ancak; ondan haber alamadığından bu eseri kendisinin yayımladığını belirtmiştir. Messerschmidt’in Strahlenberg ile yaptığı araştırmanın (1920-27) notları ise 240 yıl sonra Doğu Berlin’de “Akademia-Verlag” yayını olarak 5 cilt halinde yayımlanmıştır. Onun notlarının Türkoloji açısından önemi, Yenisey yazıtları hakkında bilimsel nitelikli bilgi veren ilk yayın olmasıdır. Messerschmidt’in eserini Saadet Çağatay Türkçeye çevirip yayımlamıştır. Aslında Yenisey yazıtlarının varlığı 13. yüzyıldan beri bilinmekteydi. İlhanlı tarihçisi Cüveynî tarih-i Cihan-Güşa adlı eserinde Orhun harfleriyle kayalara kazınmış Türk kitabelerinden söz eder. Orhun harfli yazılı taşlardan bahseden başka yazarlar da olmuştur.Ancak bunları kiap haline getirip ilim aleminin dikkatine sunan kişiler Strahlenberg ve Messerschmidt olmuştur. Özelikle Strahlenberg’in eserinde yaptığı tasnif ve karşılaştırmalarda hiç farkında olmadan Ural-Altay araştırmalarının öncüsü olmuştur. Kendisinden sonra Yenisey bölgesinde birçok yazılı taş bulunmuştur. 1889’da bir Rus heyetinin başındaki Yadrintsev ilk Orhun abidesini (Köl Tigin) bulur. Hemen sonra 1 km mesafedeki ikinci abideyi (Bilge Kağan) bulur. Tonyukuk abidesi ise 1897’de diğer abidelerin 360 km doğusunda botanikbilimci Yelizaveta Klements tarafından bulunur. URAL-ALTAY DİLLERİ: Ural-Altay dilleri Ural ve Altay olarak iki gruba ayrılır.Bu gruplandırmayı ilk yapan Wilhelm Schott’tur. Schott, Ural Altay dillerini şöyle gruplandırır ve bunlara Altay veya Çud- Tatar dilleri adını verir. 1. Çud dilleri: Fin-Ugor dilleri 2. Tatar dilleri: Türk, Moğol, Tunguz dili Schott, çalışmalarıyla daha çok bir Altayist; Altay dil grubuna dahil edilen diller arasındaki yakınlıkları tesbit etmeye çalışan biri olarak tanınmıştır. Tatar dilleri üzerine yazdığı eserinde Türk, Moğol, Tunguz dillerinin akrabalık derecesini tesbit etmeye çalışmış, gerektikçe Fin-Ugor dilleriyle de karşılaştırmıştır. Sonuçta Altay dillerinin en karakteristik fonetik özelliği olan Türkçe /z/ = Çuvaşça /r/ Türkçe /ş/ = Çuvaşça /l/ ses denkliklerini ortaya koymuştur. Örnekler: Anlam Ortak Türkçe Çuvaşça Tuz tuz tıvar Kız kız hir Buz buz pir Diş tiş şil Yıl yaş sul Schott bu tesbitlenın Altay dilleri içinde yer alması gerektiğini, Türkçenin ana Türkçeden kopan bir kolu olduğunu ortaya koymuştur. Çuvaşça bu özelliği ile Moğolca ve Tunguzcayla birleşmektedir. Bu denkliği Ramstedt geliştirmiştir. Finlandiyalı bil bilgini Castren, Sibirya’ya yaptığı gezide Türk dilleri üzerinde de durmuş; Kızıl, Sogay, Beltir, Kaça, Koybal, Soyot ve Karagaslar hakkında bilgi toplamıştır. 1888’de yayımladığı kitap, Karagas ve Koybal diyalektleri üzerine yazılmış ilk gramer kitabıdır. Castren, Ural- Altay dil çalışmalarını doğru yönlendirmiş, filolojiye yeni bir düzen getirmiştir. Filolojinin kurucusu sayılır. Castren’in 1850’de yayımladığı “Altay Dillerinde Zamir Ekleri” adlı çalışması önemlidir. Bu dillerin hepsine Altay adını verir ve 5 gruba ayırır. 1. Fin –Ugor 2. Samoyed 3. Türk-Tatar 4. Moğol 5. Tunguz dili Castren eserinde Fincedeki zamir sistemiyle diğer Altay dillerindeki zamir sistemini karşılaştırmış, bu dil ailesine giren dillerde kişi zamirleri ve ekleri bakımından benzerlik ortaya koymaya çalışmıştır. Castren bu amacına ulaşmış; ancak Ural-Altay dillerinin akrabalığını kesinleştirememiş; hatta bu dillere akraba gözüyle bakılamayacağını ileri sürmüştür. Schott da bu iki grup arasında benzerlik göremiyordu. Ural-Altay dil ailesinin Ural ve Altay dilleri olarak anılması ve böyle gruplandırılması bu iki bilim adamının çalışmalarının sonucudur. ALTAY DİLLERİ TEORİSİ: Ural-Altay dil grubunu oluşturan dillerin ortak bir kaynaktan geldiği görüşünü savunan ve bunu tesbit etmeye çalışan teoriye Altay Dilleri Teorisi denir. Bu dilleri konuşan halkların kültür malzemelerini araştıran bilim koluna Altayistik bunlarla uğraşan bilim adamına ise Altayist denir. İlk Altayistler: Ramstedt, karşılaştırmalı Altay dil ekolünün kurucusu Finli bir bilim adamıdır. Ramstedt bütün Altay dillerine hakimdir. Önce Fin-Ugor sonra Moğol ve Türk dilleri üzerinde durur. Aynı zamanda Mongolistik biliminin kurucusudur. Moğol diyalektolojisi üzerine pek çok çalışması vardır. Bu alanda verdiği en önemli eseri Kalmukça sözlüktür. Daha sonra ise karşılaştırmalı çalışmalara yönelmiştir.özellikle Moğolca ve Türk dilindeki paralellikler üzerinde durur. Ramstedt Türk diyalektlerinden birçoğu üzerinde çalıştı. Altay dillerini ortak bir atadan yani ana Altaycadan getirdi. Bu konuda yazdığı “ Altay Dilbilimine Giriş” adlı eseri ölümünden sonra basıldı. Üç bölümden oluşan bu eser Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca ve Korecenin ses ile şekil yapılarını karşılaştırmalı olarak işlemiştir. Ramstedt’e göre Ana Altaycanın dört diyalekti vardır. Ana Türk dili ve Ana Kore dili asıl dil grubunun güney, Ana Moğolca ve Ana Mançu-Tunguzca ise kuzey kısmını oluşturmaktadır. Ramstedt, Schott’un Türkçe ve Moğolca için bulduğu denkliği geliştirerek, Çuvaşçanın bu özelliği ile Moğolcanın yanında yer aldığını Ramstedt tesbit etmiştir. Yani Çuvaşçada olduğu gibi Moğolcada da /r/ ve /l/ nin Türkçe /z/ ve /ş/ ye denk geldiğini ilk kez Ramstedt fark etmiştir. Bu tesbitten sonra hangi sesin asli yani hangisinin daha eski olduğunu araştırmıştır. Başlangıçta Türkçenin daha eski olduğunu, daha sonra ise Moğolcanın daha eski olduğunu savunmuştur. AÇIKLAMA: Rotasizm(r’leşme): Türkçedeki z’nin asli olduğunu, Çuvaşça ve Moğolcadaki r’nin bu asli sesten türediğini savunan görüştür. Lamdaizm (l’leşme): Türkçedeki ş’nin asli olduğunu, Çuvaşça ve Moğolcadaki l’nin bu asli sesten türediğini savunan görüştür. Zetasizm( z’leşme): Çuvaşça ve Moğolcadaki r’nin asli ses olduğunu, Türkçe z’nin bu asli sesten türediğini savunan görüştür. Sigmatizm (ş’leşme): Çuvaşça ve Moğolcadaki l’nin asli ses olduğunu, Türkçe ş’nin bu asli sesten türediğini savunan görüştür. Ramstedt, Altay dilleri arasında başka ses denkliklerine de yer vermiştir. Ramstedt’in Altay dilleri konusundaki teorisini devam ettirip geliştirenler arasında en önemli isimler onun öğrencileri olan Pentti Aalto ve Nicholas Poppe’yi sayabiliriz. Aalto Ramstedt’in Altayistlikle ilgili çalışmalarını toplamış ve ölümünden sonra yayımlamıştır. N. Poppe de Altay dilleri uzmanı, aynı zamanda Mongolist ve Türkologdur. Türk dilleri üzerine çeşitli eserleri vardır. Altay dillerinin karşılaştırmalı ses bilimi üzerine çalışması önemlidir. 1965 yılına ait olan çalışma Zeki Kaymaz tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Poppe’nin Altay dilleri konusunda Ramstedt’ten farklı görüşleri vardır. Poppe, Altay dil birliğinden aynı zamanda dört dilin birden ortaya çıkmış olabileceğine inanmamaktadır. Ona göre Türkçe ile Moğolca ve Mançu-Tunguzca arasında Korece ile olduğundan daha fazla yakınlık vardır. Ayrıca r//z ve ş//l ses denklikleri Ana Çuvaşça ve Ana Türkçeyi içine alan bir Çuvaş -Türk dil birliği, yani ön Türkçe dönemi olmalıdır. ANA ALTAYCA ÇUVAŞ-MOĞOL-MANÇU-TUNGUZ BİRLİĞİ ANA KORECE ÇUVAŞ-TÜRK BİRLİĞİ MOĞOL-MANÇU-TUNGUZ BİRLİĞİ ANA TÜRK ANA ÇUVAŞ ANA MOĞOL ANA MANÇU-TUNGUZ TÜRK ÇUVAŞÇA MOĞOL MANÇU-TUNGUZ KORECE LEHÇELERİ LEHÇELERİ Ramstedt’in görüşünü kabul edip destekleyenler de vardır. Bunlar arasında Kotwicz, Vladimirtsov, Pritsak, Menges, Baskalov, Gombocz, Nemeth sayılabilir. Bunlardan Macar Türkoloğu Gombocz Altay dillerini karşılaştırmalı çalışmalarla incelemiştir. Ayrıca onun Volga Bulgarcasından Macarcaya geçen sözcükleri tesbit ettiği çalışması da önemlidir. Nemeth ise önceleri Türk ve Moğol akrabalığına şüphe ile bakarken daha sonra Altay dillerini dört evrede ele almıştır. 1. Soy akrabalığı 2. Karşılıklı Çuvaş-Moğol tesirleri devresi 3. Karşılıklı Türk Moğol tesirleri devresi 4. Yakutçanın Moğolcadan ödünçlemelerde bulunduğu devir. Tarihte Çuvaş-Moğol devresi hiçbir zaman bulunmadığından bu açıklama kabul edilemez. ALTAY DİL BİRLİĞİNİ KABUL ETMEYENLER VE BU KONUDA ÇEKİMSER KALANLAR: Bu teoriye karşı olan Türkologlar arasında başı çekenler. İngiliz Sir Gerard Clauson, Alman Gerhard Doerfer ve Rus Alexsandr Mihayloviç Şçerbak’tır.Clauson ve Doerfer’e göre Bu diller arasındaki ortak unsurlar bir dilden diğerine geçen eski alıntı sözcüklerdir. Alıntılamalar, Türkçeden Moğolcaya, Moğolcadan Tunguzcaya doğru olmuştur. Ayrıldıkları nokta alıntılamanın tarihlendirilmesidir. Altay dillerinin akrabalığı konusunda çekimser kalanlar ise Louis Ligetti, Johannes Benzing, D. Sinor, Karl Gronbech’tir. Japoncanın Altay Dil Birliğine Katılması: Samuel E. Martin’in 1966 ve 1996 yıllarındaki iki çalışması ve Roy Andrew Miller’in 1971’deki çalışması sonucunda Japonca Altay dilleri arasında gösterilir olmuştur. Ancak bu konudaki çalışmalar bununla sınırlı kalmıştır. Türkiye’deki Altayistler: Ahmet Temir, Osman Nedim Tuna, Talat Tekin Türkiye’de Altayistlikle ilgilenen bilim adamlarıdır.Bunlar içinde en çok yayın yapan ise Talat Tekin’dir. Altay Dil Teorisinin Bugünkü Durumu: Altay dil teorisi üzerine birçok çalışma yapılmış; ancak bu dillerin akrabalığı kanıtlanamamıştır. Hint-Avrupa dilleri üzerine yapılan çalışmalarla karşılaştırıldığında bu çalışmaların yeterli olgunlukta olmadığı görülür.

AÖF TDE 2. SINIF OSMANLI TÜRKÇESİ GRAMERİ 4. ÜNİTE

ARAPÇA SIFATLAR: SIFAT-I MÜŞEBBEHE: Öznedeki değişmeyen bir durumu veya niteliği bildiren kelimelerdir. İsm-i fâ’illere benzerler. İsmi fâ’illerden farkı kalıcı nitelikler bildirmesidir. Çalışkan, girişken gibi. İsm-i fâ’iller ise geçici durumları belirtir.Ayrıca ism-i fâ’iller kıyasidir. Yani bir kurala göre türetilirler. Sıfat-ı müşebbehe ise semaidir.Sıfat-ı müşebbehe sınıfındaki kelimelerin sık kullanılan vezinleri şunlardır: Fa’îl: latîf(hoş), kerîm(cömert), kesîr(çok) Ef’al: ahmer(kırmızı), esved (kara),esmer, ekbem(dilsiz), a’mâ(kör); bu vezindeki kelimeler renk ve fiziki noksanlık bildirir. Fa’lân; atşân (susamış), keslân (tembel), fu’lân; uryân(çıplak), fa’l; sa’b(güç), fa’al;hasan(güzel) gibi sıfat-ı müşebbehe türeten başka vezinler de vardır. İSM-İ TAFDÎL: ifâde ettikleri niteliğin diğerlerine göre daha çok, en çok olduğunu ifade eden kelimelerdir. İsm-i tafdîlin tek vezni vardır. Efal. Ekber (en büyük) asgar(en küçük) ender(pek seyrek), a’zam (en büyük) sıfat-ı müşebbeheden farkı anlamıdır. Ahmak(aptal): sıfat-ı müşebbehe; elzem(en luzumlu): ism-i tafdildir. MÜBÂLAĞA-İ FÂİL: İşin çok yapıldığını ifade eden kelimelerdir.sık kullanılan vezinleri şunlardır: Fa’’âl: seyyâh(çok gezen), hallâk( daima yaratan), mekkâr(çok hileci), kezzâb(çok yalan söyleyen). NOT: Bu kalıpta türetilen bazı kelimeler mübalağa manası taşımayıp meslek adı yapmışlardır, bunların bir kısmında şedde kalkmıştır. Hamâl, kasâb, bakkal, cerrah Fa’ûl: cesûr(çok cesaretli), sabûr(çok sabırlı), cehûl(çok cahil), velûd(çok doğurgan),anûd(çok inatçı). İSM-İ MENSÛB: Aitlik, mensubluk anlamını veren sıfatlardır. Bu kategorideki kelimeler kıyasidir. Yani bir kurala bağlı olarak yapılır. Kelimenin sonuna ye harfi getirilir. Bu harf Arapçada şeddeli ve tenvinlidir. -iyyün eklinde okunur. Osmanlı Türkçesinde şedde ve tanvin kaldırılmış, -î şeklinde okunmuştur. Arp: ilmiyyün, Türkçe: ilmî NOT: Bazı Arapça kelimeler sonlarında bulunan harflere göre nisbet eki aldıklarında değişikliğe uğrarlar. • Kelimenin sonunda ت ه harfleri varsa bunlar atılarak nisbet eki getirilir. İdare>idari, ticaret>ticari gibi • Sonu hâ-i resmiye ile biten bazı yer adlarında hâ-i resmiye yazılmaz, vî eki getirilir. Edirne> edirnevî • Sonu çift ye harfi ile biten kelimelerde ikinci ye vava dönüşür.nebiyy(nebî)>nebevî, aliyy(alî)>alevî İSM-İ MEKÂN: İş ve hareketin geçtiği yeri bildiren kelimelerdir. Mimli masdarlarla aynıdır. Mef’il: meclis, menzil mef’ilet:menzilet, mes’ire mef’al: mekteb, mesken,ma’bed mef’alet: matba’a, mezbaha İSM-İ ZAMAN: Fiilin zamanını bildiren kelimelerdir.iki vezni vardır. Mef’al:mebde(başlangıç),mevlid(doğum zamanı), Mef’il: İSM-İ ÂLET: Alet, araş, gereç adı yapan kelime vezinleridir. Üç vezni vardır. Mif’al: miğfer, miskab(matkap), mikta’(kalemtraş) Mif’âl: mikrâz(makas), miftâh(anahtar), mıdrâb(mızrap), mikyâs(ölçek), mi’yâr(ölçek) Mif’ale: mişrebe(maşrapa), miknese(süpürge) İSM-İ TASGİR: Küçültme isimleridir. Osmanlı Türkçesinde bu kategorideki kelimeleri oluşturan vezinlerden fu’ayl vezni daha çok kullanılmıştır. Ubeyd(kulcağız),hüseyn( Hasancık) vs. İ’LÂL: Asli harfleri içinde illet harfleri olan (ا و ى) kelimelerde türetme sırasında bazı değişiklikler meydana gelir. Bu değişikliklere i’lâl denir. Bu değişiklik illet harfinin kelimeden çıkarılması biçiminde olursa buna hazf denir. Afv>af gibi. İllet harflerinin başka bir harfe dönüşmesi biçiminde olan i’lâllere de kalb denir. Meyl> imâle gibi. Sülâsi Mücerred Masdarlarda Yapılan İ’lâller: Fa’l, fi’l, fu’l vezinleri muzâ’af kelimelerde fa’’, fi’’, fu’’ şekline dönüşür. Medd, hiss, hubb gibi Fa’âl, fi’âl, fu’âl vezinleri nakıs kelimelerdefa’â’, fi’â’ fu’â’ şekline dönüşür. Bu kelimelerin sonundaki hemzeler genellikle yazılmaz. Cezâ, cilâ, du’â gibi Fi’le(t) vezni misal kelimelerde ilk harf atılarak ‘ilet durumuna gelir. Vasl>sıla, vasf>sıfat gibi. Not: İ’lâl ararken çift ünsüzle biten kelimelere ve uzun ünlüyle biten kelimelere bakmakta yarar vardır. Bu tür kelimelerin tamanında i’lâl vardır.medd, hiss, vefâ, cefâ, vedâ gibi.

AÖF TDE 2. SINIF OSMANLI TÜRKÇESİ GRAMERİ 3. ÜNİTE

KIYÂSÎ (MEZÎDÜNFİH)MASDARLAR
 Bu gruptaki masdarlar, mücerred masdarlardan farklı olarak belli bir kalıp içinde belli bir anlam üretirler. Bu masdarların ne gibi anlamlar ürettiğini önceden bilebiliriz. Mücerred masdarlarda bu mümkün değildir. Bir kıyasî masdarın ne geçişli/geçişsiz, etken/ edilgen, döüşlü veya işteş çatıda olduğunu biliyorsak o yapıda üretilmiş bir masdarın ne tür bir anlam ürettiği deni de bilebiliriz. Mezîdünfih masdarların Osmanlı Türkçesinde sık kullanılan dokuz bâbı vardır. Bu bablar ve bunların ism-i fâil(etken) , ism-i mef’ûl (edilgen) biçimleri aşağıdaki gibidir.
 Bâblar                 İsm-i fâ’il           İsm-i mef’ûl
 İf’âl افعال              Müf’il                   Müf’al
 Tef’îl تفعيل            Müfa’’il               Müfa’’al
Tefa’’ul تفعل          Mütefa’’il            Mütefa’’al
Tefâ’ul تفاعل          Mütefâ’il             Mütefâ’al
Müfâ’alet مفاعلة      Müfâ’il               Müfâ’al
İnfi’âl انفعال            Münfa’il               ------
İfti’âl افتعال             Müfta’il              Müfta’al
İf’ilâl افعلال             Müf’all                ------
İstif’âl استفعال          Müstef’il            Müstef’al
 Bu bâblar şu anlamlarda masdar üretir:
 İf’âl: geçişli masdar üretir.( Elifler zâiddir.) Kerem(cömertlik) >ikrâm(ağırlama)
          İsm-i fâ’ili:mükrim(ikram eden), ism-i mef’ûlü: mükrem(ikram olunmuş)
Tef’îl : geçişli masdar üretir. (T ve s zâiddir) İlm(bilme)> ta’lîm(öğretme)
          İsm-i fâ’ili: mu’allim(öğretmen) ism-i mef’ûlü: mu’allem(öğretilmiş)
Tefa’’ul : Dönüşlü, geçişsiz bazen de geçişli masdarlar üretir. ( T zâiddir. Şedde vardır, ayn yerinde). İlm>ta’allüm(öğrenme), tefekkür(düşünme)
         İsm-i fâ’ili :mütefekkir(düşünen) ism-i mef’ûlü: teşebbüs>müteşebbes
Tefâ’ul : İşteş, dönüşlü, geçişsiz, bazen geçişli masdarlar üretir. (T ve elif eklemedir) Kemâl(olgunluk)> tekâmül(olgunlaşma)
           İsm-i fâ’ili: tesâdüf>mütesâdif ism-i mef’ûlü: tecâvüz> mütecâvez Müfâ’alet : Genellikle işteştir. Geçişli veya geçişsiz olabilir.(m, l ve ة zâiddir. Osmanlı Türkçesinde ة harfi ت veya noktasız olabilir.)Haber>muhâbere(haberleşme)
          İsm-i fâ’ili :muhâbir(haber veren) ism-i mef’ûlü: muhâtaba(söyleşme)>muhatab(söyleşilen)
 İnfi’âl : Dönüşlü, edilgen geçişsizdir. ( ا ن ا eklemedir.) Def’ (kovma)>indifâ’(defolma),
           İsm-i fâ’ili: inkılâb(dönme,değişme)>munkalib(dönen, değişen) ism-i mef’ûlü:yoktur.
İfti’âl : Dönüşlü ve geçişsizdir.(ا ت ا eklemedir.) Cem’(toplama)> ictimâ’(toplanma)
          İsm-i fâ’ili :iftihâr(övünme)>müftehir(övünen) ism-i mef’ûlü: intihâb(seçme)>müntehir (seçilmiş)
İf’ilâl : Geçişsiz filer üretir.Bu kalıptaki kelimeler renk ve fiziki noksanlıkları anlatır. Humret(kırmızılık)>ihmirâr(kızarma)
          İsm-i fâ’ili :iğbirâr(gücenme)>muğber(gücenen) ism-i mef’ûlü:yoktur.
İstif’âl: Genellikle geçişlidir. Bir şey isteme ve sayma, addetme anlamlarında kelimeler üretir. Mülk>istimlâk(mülk edinme)
          İsm-i fâ’ili:istihdâm(bir işte çalıştırma)>müstahdim(işveren) ism-i mef’ûlü:müstahdem(hizmette kullanılan)
 İDGAM: Arapçada aynı iki harf yan yana bulunur ve ilki harekesiz ise iki harf birleştirilerek üzerinde şedde konup tek harf olarak yazılır. Buna idgam denir. د ذ ز ص ض ط ظ gibi dişsi ünsüzlerle başlayan kelimeler İfti’âl babına geçirildiğinde vezinde bazı değişiklikler olur. 1. Kelimenin ilk asli harfi ص ض ise vezindeki ekleme te harfi tı’ya dönüşür. صلح (sulh)> اصطلاح (ıstılâh) 2. Kelimenin ilk asli harfi tı ise vezindeki te, tı’ya dönüşür, idgam olur. طلوع (tulû’-doğma)> اطلاع (ıttılâ’-kişinin içine doğma) 3. Kelimenin ilk asli harfi ze ise vezindeki te harfi dal’a dönüşür. Zahmet>izdihâm 4. Kelimenin ilk asli harfi dal veya zel ise vezindeki te harfi dal’a dönüşür ve iki dal harfi idgam olur, tek harf yazılır. دعوى (da’vâ) > ادعا (iddi’â)

AÖF TDE OSMANLI TÜRKÇESİ GRAMERİ 2. ÜNİTE

ARAPÇA MASDARLAR: Fiilden türemiş isim kategorisinde kelimelerdir. Türkçede –mek, -me, -iş, -lık eklerinin anlamını karşılayan kelimelerdir. Arapça kelimeler fiillerden türer. Kelimelerin kökü, bir fiilin üçüncü tekil şahıs, geçmiş zaman çekimidir. Fetaha(=açtı)>feth(=açma) gibi. Arapça masdarlar türedikleri fiilin kökünde zâid harf bulunup bulunmamasına göre iki gruba ayrılır. Zâid harf bulunmayan kelimelerden türeyen masdarlara mücerred; zâid harf bulunan masdarlara mezidünfih masdarlar denir. Mücerred (yalın) masdarların kalıpları belli bir anlam üretmezler. Bu kelimeler dilin kullanımıyla öğrenilir. Bu yüzden bunlara semai (işitilerek öğrenmeye dayalı) masdarlar da denir. Bunların anlamları sözlüklerden bulunur. Mezidünfih masdarların kalıpları belli anlamlar üretir. Mezidünfih masdarlarda kalıplara bakarak bu kelimelerin anlamı hakkında fikir yürütülebilir. Geçişli, geçişsiz, etken, edilgen, dönüşlü gibi özellikler bulunduran kalıplardır bunlar. Bu masdarlara kıyasi masdarlar da denir. Bu masdarların sözlüğe bakmadan sezilecek bir anlamı vardır. MÜCERRED (SEMAİ) MASDARLAR: Mücerred masdarlar belli bir anlam üretmezler. Bu bakımdan mücerred masdarlar ve câmid(donuk) isimler birbirlerine benzerler ve birçok kalıpları ortaktır. Semai mücerred masdarların büyük kısmında asli harflerin sayısı üçtür. Asli harfin sayısı üç olanlara sülâsi mücerred masdarlar, asli harfin sayısı dört olanlara rubai mücerred masdarlar, asli harfin sayısı beş olanlara humasi mücerred masdarlar denir. Osmanlı Türkçesinde daha çok sülasi mücerred masdarlar kullanılmıştır. Dörtlü ve beşli masdarlar dilimizde çok az kullanılmıştır. Sülasi mücerred masdarların bir kısmında tek ünlü vardır bu tür kelimelerde ünlü türemesi görülebilir. Fikr>fikir, rızk>rızık, şükr>şükür gibi. Bunlar ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında orijinal biçimlerine dönerler. Zehir>zehrolmak Rubai mücerred masdarların bir tek vezni vardır. Fa’lelet = فعللة Bu vezindeki ة Osmanlı Türkçesinde genellikle e,a bazen de t olarak okunur. Terceme, arbede, fezleke… bazı cümlelerin kısaltılması da bu kalıptadır. Bu tür kelimeler menhût denir. Besmele(bismillahirrahmanirrahim), hamdele(elhamdülillah) MİMLİ MASDARLAR: Mimli masdarların ortak özelliği başlarında ekleme bir mim olmasıdır. Bu tür masdarların diğer semai masdarlardan bir farkı yoktur. Yani özel bir anlam üratmezler. Dört vezni vardır. Bu vezinlerin çoğu; ism-i zaman, ism-i mekan, ism-i alet vezinleriyle aynıdır. Aralarındaki fark sadece cümle içindeki anlamlarından çıkarılabilir. Mef’il مفعل : mev’id(söz verme), mevlid(doğum) Mef’ilet مفعلة: ma’rifet(bilme), mağfiret(bağışlama), mev’iza( öğüt) Mef’al مفعل: matlab(istek), maksad(amaç), masraf Mef’alet مفعلة: merhamet, mefharet(övünüş), mes’ele(sorulan şey) MEC’ÛL MASDARLAR: Bazı sıfat ve isimlerin sonuna –iyyet eki يت getirilerek Türkçede –lik,-lık ekiyle karşılanan anlamlar üretir. Arapça masdarlara bu ek getirilmez. Bu sadece Osmanlı Türkçesinde kullanılmıştır. İnsaniyet, cahilliyyet, mahcubiyet, İSM-İ FÂ’İL VE İSM-İ MEF’ÛL: Masdarlar fiillerden türemiş kelimeledir. Türedikleri fiil köklerinde belirtilen hareketi yapanı ifade eden kelimeler türetildiğinde ism-i fâ’il (etken), bu hareketten etkileneni ifade eden kelimeler türetilirse ism-i mef’ûl (edilgen) kategorisinde kelimeler üretilir. Mücerred masdarların ism-i fâ’illeri; fâ’il vezninde, ism-i mef’ûlleri; mef’ûl vezninde olur. ism-i fâ’ilde elif zâiddir. ism-i mef’ûlde mim ve vav zâiddir. Örnek: كتب ketebe(yazdı), كاتب kâtib (yazıcı, yazan), مكتوب Mektûb (yazılan şey)

AÖF TDE 2. SINIF OSMANLI TÜRKÇESİ GRAMERİ 1. ÜNİTE

ARAPÇA KELİMELER: Osmanlı Türkçesinde kullanılan Arapça kelimeler isim kategorisinden olan isim, sıfat, zarf, bağlaç, edat, ve harf-i cer denilen edat ve zarflardır. Osmanlı Türkçesinde Arapça fiil kullanılmamıştır. Arapça isimler yapısına göre ikiye ayrılır. 1. Asıl isimler(ism-i câmid): Bunlar özel isimler, cins isimler ve sayı isimleridir. 2. Türemiş isimler( ism-i müştak): Arapçada bütün isimler fiilden türemiştir. Türemiş isimler kendi aralarında gruplandırırlır. İSİMLER: SIFATLAR: İsm-i camidler İsm-i fâ’il: Etken sıfat ya da sıfat fiillerdir. Masdarlar :mücerred, mimli, mezidünfih İsm-i mef’ûl : Edilgen sıfat ya da sıfat fiillerdir. ve mec’ûl olarak dörde ayrılır. Sıfat-ı müşebbehe : Değişmeyen durumları ism-i tasgir : Küçültme isimleridir anlatan sıfatlardır. İsm-i mekan:yer adlarıdır. İsm-i tafdil: Derece açısından üstünlük bildiren ism-i alet : Alet adlarıdır sıfatlardır.(en, daha) İsm-i zaman: zaman adlarıdır. Mübalağa-i f’âil :Abartma sıfatlarıdır. ism-i alet : Alet adlarıdır. İsm-i mensûb : Nisbet anlatan kelimelerdir. istanbulÎ (İstanbullu) Arapça kelime yapımı: Arapça bükünlü dillerdendir. Kelimeler ön ve son eklerle değil bükünleme yoluyla türetilir. Arapçada birkaç kelime dışında bütün kelimelerin kökü en az üç harften oluşur. Bunlar asli harflerdir. Asli harflerin başına ortasına ve sonuna zaid (artık) harfler eklenerek yeni kelimeler oluşturulur. : Kök ünsüzler dilin bütün ünsüzleri olabilir. Kök harfler, asli harflerdir. Bunlar üç tanedir. Bazı kelimelerde son harf tekrarlanır ve dört harf olur. 5 harf olanlar da vardır. Üç harften oluşan köklere sülasi, dört harften oluşan köklere rubai, beş harften oluşanlara humasi denir. Kelimelerin kalıpları; kıldı, işledi anlamındaki fa’ale’nin üç harfi kullanılarak kalıplar oluşmuştur. Kelimede asli harflerden başka harf varsa bunlara (zâid, ekleme=) artık harf denir. İlave edilen artık harfler on tanedir. Çok az kullanılan ل , ه dışındaki sekiz artık harf şunlardır: hemze (أ) , elif (ا) , ت , س , م , ن, و , ى dir. Hemze her zaman artık değildir. Genellikle baştaysa artık harftir. Elif ve ünlü olan vav ve ye ise genellikle artık harftir.Bir kelimenin kalıbını bulmak için artık harfler ve uzun ünlüler aynen yazılır; Asli harfler için sırasıyla , ف ع ل sesleri yazılır. Harekeler ise olduğu gibi bırakılır. Örnek: Cehalet جهالت kelimesinde; e’ler hareke, â ve t artık harflerdir. Asli harfler c, h, l dir. Bu asli harflerin yerine sırasıyla , ف ع ل harfleri yazılır ve artık harfler aynen gösterilirse kelimenin kalıbının fa’âlet olduğu ortaya çıkar. Artık harflerin nerelerde bulunabileceğini bilmek yararlıdır. Hemze-elif( أ): Sadece kelime başında artık harftir. Elif: Ortada bulunduğu Zaman artık harftir. Te: Başta ortada ve sonda artık harf olabilir. Sin: Baş tarafta ist- ve müst- grubu içindeyse artık harftir. Mim: Sadece başta olduğunda artık harftir. Nun: Başta in- ve mün-, sonda ân, în, ûn, eyngruplarında bulunduğu zaman artık harftir. Vav: Uzun sesli olarak ortadaysa artık harftir. Ye: Ortada uzun sesli olduğunda ve sonda -iyyün (dilimizde î okunur), -iyye, -iyyet gruplarında yer aldığında artık harftir. Kalıp bulma alıştırmaları: Mâhir:…………………………………… Teşkil:…………………………………… İstihsâl :………………………………… Teşekkür:……………………………….. Tehâcüm:……………………………..…… Mekteb:…………………………………..… İkram: ……………………………………… Simâ’:……………………………………..…. Husûmet: …………………………….. Mihnet:…………………………………… Rahmet:………………………………….... Şehâdet:…………………………………… Kurbân:……………………………………… Muttalib:………………………………… Mevlid:……………………………………… Müstakbel:……………………………. Karâr:……………………………………… Kerîm:………………………………………. Kabûl:……………………………………….. İsraf:……………………………………… İnkâr:………………………………… İstişâ're:…………………………………… Fikret………………………………… Ekrem…………………………………… Ezvak……………………………………… İdhâl………………………………………… İstihlâk…………………………… İnkişâf………………………………… Merhamet:…………………………… İnkılâb……………………………………… İştirâk…………………………………… Müzâkere………………………………… Müşahid…………………………………… İhrâc………………………………………… Tecâhül…………………………………… Teşekkür………………………………… Harflerine Göre Arapça Kelimeler: Arapça kelimeler asli harflerinin niteliğine göre sahih ve mu’tell olarak ikiye ayrılır. ا و ى harfleri içinde illet harfleridir. Bulundukları kelimelerde değişikliklere uğrarlar. İçinde bu harflerden biri ya da ikisi bulunan kelimeler mu’tell; illet harfi bulunmayan kelimeler ise sahihtir. Sahih kelimeler 3; mu’tel kelimeler ise dört kısımdır. Böylece Arapça kelimeler asli harflerinin niteliğine göre yedi kısıma ayrılır ve buna aksam-ı sebâ denir. Bu yedi kısım kelime şunlardır: A) Sahih kelimeler: 1. Sâlim : Asli harflerinden biri ا و ى ء olmayan ve içinde aynı iki harf bulunmayan kelimelrdir. Hilm, darb, nazar .. 2. Mehmuz: Asli harflerinden biri hemze olan kelimelerdir. أدب Edep, أمر emr, يأس ye’s, شىء şey’ ….. 3. Muzâaf: Asli harflerinin son ikisi aynı olan kelimelerdir. سبب sebeb , قرار karar , طب tıbb, رد redd,… B) Mu’tell kelimeler: 1. Misâl: Asli harflerinden ilki vav veya ye olan kelimelerdir. وعظ va’z, وقوع vukû’ , يمن yümn 2. Ecvef: Asli harflerinden ikincisi vav veya ye olan kelimelerdir. قول kavl, سوق sevk, سير seyr,… 3. Nâkıs: Asli harflerinden üçüncüsü vav veya ye olan kelimelerdir. سهو sehv, عفو afv شكايت şikayet…. 4. Lefif: Asli harflerinden ikisi illet harfi olan kelimelerdir. ولايت velayet, وفا vefâ, ريا riyâ ……. Arapça İsimlerde Sayı: Arapça isimlerde teklik, ikili (tensiye) ve çokluk(cem) vardır. İkili (Tesniye): Arapça kelimelere –eyn veya –ân ekleri getirilerek yapılır. Daha çok –eyn kullanılmıştır. Zâviyetân(iki açı), harfân(iki harf), devleteyn(iki devlet), Bahreyn(iki deniz), Haremeyn (iki şehir-mekke ve Medine) Çokluk(cem): Arapçada çokluk iki gruptur. Eklemeli ve bükünlü. Eklemeli (sâlim) çokluk: -în, -ûn ekleri eril(müzekker) çokluk yapar. Müslimîn, mü’minîn, hâzirûn….. -ât eki ise dişil (müennes) çokluk yapar. Bu eki alan kelimelerin sonunda ه ت harfleri varsa bu harfler yazılmaz. Tekili dişil olan kelimelerin çoğulu da bu ekle yapılır. Muallime >muallimât, teşkil>teşkilât, vukû’> vukuât, şikâyet> şikâyât …… Bükünlü (Mükesser) çokluklar: Mükesser çokluklar semaidir. Yani işitilerek öğrenilir. Sâlim olmayan bütün çokluklar mükesserdir. Ve bu kategorideki kelimeler dişildir. Keder>ekdâr, emir>umûr, kitab>kütüb, cebel>cibâl, âlim>ulemâ, câhil>cühelâ, ekber>ekâbir, târih>tevârih…… Aşağıdaki kelimeleri aksam-ı sebaya göre gruplandırız: كرم kerem شعر şi’r نظر nazar حلم hilm صنف sınıf شرح şerh جهل cehl كتابت kitâbet الم elem ى رأ re’y يأس ye’s جزء cüz’ هيئت hey’et دور devr فوق fevk جور cevr جواب cevâb دولت devlet سوق sevk خير hayr شيخ şeyh عيان ilân ميل meyl سيل seyl فيض feyz كيف keyf خير hayr ضيافت ziyâfet محو mahv Aşağıdaki kelimeleri sayılarına göre sınıflandırınız. ليلتين leyleteyn والدين valideyn حرمين Haremeyn مأمورون memûrûn منافقين münâfıkîn حرفان harfân وقوعات vukûât تشكيلات teşkilat انقلاب inkılâb تظاهرات tezâhürât اثباب esbâb احكام ahkâm اصناف esnâf احباب ahbâb حبيب habîb اوصاف evsâf اوهام evhâm اكابر ekâbir علوم ûlum حروف hurûf جبل cebel جبال cibâl

AÖF TDE 2. SINIF 8-13. YÜZYILLAR TÜRK EDEBİYATI 4. ÜNİTE

ARAP EDEBİYATI Arap edebiyatı beş dönemde incelenir: 1. Cahiliye Dönemi: İslamiyat’ten önceki dönemdir. Arap edebiyatının ilk şiirleri Cahiliye Dönemine aittir. Bunların V.yy’da yazıldığı sanılmaktadır. İslamiyet öncesi arap şiirinin en güzel örnekleri el-Mu’allakât adı altında toplanan şiirler yedi şaire aittir. Asılı anlamındaki mu’allaka sözcüğü bu şiirlerin Kâbe’nin duvarlarına asılmış olmasından dolayı kullanılmış ve bu şiirler el Mu’allakatu’s Seb’a (yedi askı) diye adlandırılmıştır. 2. İslâmi Dönem: Bu dönem iki bölümde incelenebilir. İlki Hz. Peygamber ve dört büyük halife dönemidir. Bu dönem edebiyatının başlıca kaynakları Kur’an-ı Kerim, hadis, cahiliye edebiyatı ve yabancı edebiyatlardır. Hz. Peygamber’in şairi olarak tanınan Hassân bin Sâbit, Arapların en meşhur kadın şairi el-Hansâ , peygambere yazdığı hicviyeden sonra af dilediği için Kasidetü’l bürde (Hırka Kasidesi) ile ünlü Ka’b bin Züheyr, mu’allaka şairlerinden Lebid bin Rebi’â bu dönemin aynı zamanda sahabeler arasında yer alan önemli şairleridir. Bu dönemde dini muhtevanın öne çıktığı nesir, daha çok yaygınlaşmıştır. Cahiliye devrinde özellikle A’şâ’nın şiirlerinde çok yer alan şarap(hamr) bu dönemde şiirlerde çok yer almadı. Övgü ve yergi de ilgi görmedi bu dönemde. Ancak, Emeviler döneminde özellikle Ebû Nuvas’ın gazellerinde öne çıktı. Emeviler dönemi şairleri daha çok siyasi konuları ele almışlardır. Bu dönemde şiir düşünce ve üslup bakımından Cahiliye dönemi şiirine benzemektedir. Ancak medh, hiciv, fahr ve risa’nın (mersiye) yerini nakîzalar(nekâ’iz) almıştır. Üç büyük hiciv şairi el-Ahtal, el-Ferezdak ve Cerîr bu özellikleriyle öne çıkmıştır. Tegazzül ve nesib bu dönemde yaygınlaştı. Kasidenin konusu iki yönde gelişti. Biri Ömer b. Ebî Rabî’a’nın öncüsü olduğu güzelliğe ve kadına tutkun, hayatın zevklerini elde etmek isteyen şehirli şairlerin tarzı. İkincisi Cemil b. Ma’mer’in öncüsü olduğu ve şairlerin kabilesinin adı olan (Beni Uzra) Uzrî gazel denen güzelliği ve sevgiyi öne çıkaran kavuşmayı önemsemeyen Bedevi şairlerin tarzıdır. Fars ve Türk şiirinde aşk konusuna kaynaklık eden Mecnun da bu şairlerdendir. Bu anlayış daha sonra tasavvufî eserlerde gelişti. 3. Abbasi ve Endülüs Emevileri Dönemi:Abbasi döneminde edebiyatçıları el- Edebu’l-muvelled (annesi ya da babası Arap olmayan), el-Edebu’l-muhdes (yenilikçi) adlarıyla anıldılar. Bu dönemde müstehcenlik halifelerin sarayına ve şiire girmiştir. Farslar Araplar üzerinde etkinleşmiştir. Bu yüzden bu dönemde tam bir Arap edebiyatı görülmez. Fars asıllı Ebû Navâs, El-Hamâse’nin yazarı Ebû Temmâm bu dönemin önemli şairleridir. Endülüs Emevileri döneminde geleneği devam ettirenler, ortada olanlar, ve yenilikçiler olarak üç grup oluşmuştur. Dönemin şiirinde görülen en önemli yenilik, klasik Arap şiirinin vezin ve kafiyelerinde bazı değişiklikler yapılarak el-Muvaşşahât adıyla bir şiir türünün ortaya çıkarılmasıdır. Muvaşşah, uzun beyitler ile kısa bendlerden oluşan, tevşih diye de adlandırılan, halk şarkılarına güfte olarak yazılan türdür. 4. Çöküş Dönemi: Moğolların İran’ı (Cengiz Han), sonra Bağdat’ı(Hülâgü Han) istila etmesiyle çöküş yaşanmış ve bu 19.yy başlarına kadar sürmüştür. Ancak, Arapça eser verme geleneği Selçuklu, Endülüs, Osmanlı gibi devletlerin bölgelerinde devam etmiş, önemli şairler yetişmiştir. 5. Yeni Arap Edebiyatı (Modern Dönem): Bu dönemde klasik dil ve edebiyatın canlandırılması amaçlanır. Arap edebiyatı Batı’daki bütün akımlardan etkilenmiştir. Serbest, kafiyesiz ve düzyazı şiir örnekleri görülür. İçerik zenginleşir. Arap nesri bu döneme kadar zayıf, söz sanatlarının ağır bastığı bir yapıya sahiptir. Bu dönemde hikaye, roman, makale, tiyatro gibi yeni nesir türleri görülmeye başlanır. ARAP EDEBİYATINDA NAZIM ŞEKİLLERİ VE NESİR: Nazım şekilleri: Arap edebiyatında 8.yy’ın ikinci yarısına kadar belli kurallar bulunmaz. İlk kez bu dönemde(791) el-Halil b. Ahmed el Ferâhidi aruz ilminin sistemli bir izahını yapmıştır. Arap edebiyatında beyit en küçük nazım birimidir ve beyitte anlam bütünlüğü olmalıdır. 7.yy’da recez ve kasid adlı iki nazım biçimi görülür. Recez, birbiriyle kafiyeli kısa beyitlerden oluşur. Arap şiirinin en eski nazım şeklidir. Recezi uzun, planlı, kaside şekilnde şiir haline getiren şair el-Ağleb b. Cüşem el İclî’dir. Bu yeni tip şekillere urcûze denmiştir. Ucrûzeler , müzdevic şiirlerin doğmasını sağlamıştır. Bunlardan başka eski nazım şekli kasîddir. Kasîde bu nazım şeklinden oluşmuştur. Arap şiirinde gazel yoktur, gazel kasidenin bir bölümüdür. Arap şiirinde Endülüs’te gelişen Muvaşşah, İran edebiyatından alınan dübeyt, veya rüba’i, İbn Kuzmân’ın oluşturduğu zecel ( halk diliyle söylenen,akıcı,şakacı sözlerden oluşan şiirlerdir) yeni nazım şekilleridir.Müslüman toplumun tasavvufi şiir anlayışı Selçuklular döneminde yaygınlaşmıştır. Selçuklular dönemine kadar Arap edebiyatında görülen şarap, kadın ve müstehcenlik üzerine şiirler söylenmiş, bu dönemden sonra nadir örnekler olarak görülmüştür. Nesir Türleri ve Nesir Türü Eser Yazılan Alanlar: Hitâbet: Arap edebiyatında görülen ilk nesir örnekleridir. Mürâselat: Mektuplardır. Siyer: Peygamber’i anlatan eserlerdir. En eski siyer kitabı Abdülmelik İbn Hişam’ın yazdığı Siretü İbn Hişam’dır. Megâzî: Gaza(İslam adına yapılan savaş) hikayeleridir. Fütûh (Zafer, açma): Arap tarihinin ilk eserleridir. İslâm’ın ilk dönemlerinde yapılan savaşları anlatan eserlerdir. Tarih ve Coğrafya:Cahiliye devrinin ilk tarih kitapları halk arasında eyyâmü Arab denen hikayelerdir. Dilbilgisi: bu konuda çalışmaların yapıldığı ilk yer Basra’dır. Ve buradaki dilbilgisi çalışmalarının açtığı okula Basra Okulu denir. Aruzun kurallarını tesbit eden ve bir ilim haline getiren İmam Halil İbn Ahmed’in Kitâbü’l Ayn adlı eseri Arapçanın ilk sözlüğüdür. Daha sonra Kûfe okulu ortaya çıkmıştır. Bunlar daha çok yaşayan dil üzerine çalışma yapmışlardır. Muhâzarat: Faydalı bilgiler, çeşitli haberler, fıkralar ve anılar, seçilmiş şiirler ve hutbeler üzerinde açıklamalardır. Edebiyat:Edebi sanatlar ve nazım ve nesrin çeşitli konularını ele alan eserlerdir. Emsâl: Atasözleri, deyimler ve meşhur sözler bu tür eserlerde toplanmıştır. Hikaye: Arap edebiyatında başlangıçta bu kelime kullanılmamıştır. Bunun yerine esmar(geceleri söylenen masallar), hurafat(Uydurma masallar), kısas(Peygamber hikayeleri), rivayet(aktarılan sözler), ahbar ve ahadis(çeşitli konulardaki sözler), emsal(ibret verici hikayeler), nevadir(zarif ve nükteli küçük hikayeler) kelimeleri kullanılmıştır. Makâme: Meclislerde okunan hoş ve kısa hikayelerdir. İlim: İslamiyetten sonra kaynağı kur’an olan tefsir, fıkıh, kelam ve hadis ilimleri ortaya çıkmıştır. Çeviri yoluyla da kimya, heyet ve tıpla ilgili eserler de Arapçaya çevrilmiştir. Ensâb(soylar): Soylar üzerine yazılan eserlerdir. Tabâkat: Bir mesleği olan kişileri inceleyen eserlerdir. İslamiyet’ten sonra çok sayıda tefsir ve hadis kitapları ortaya çıkmış ve konuda söz söyleyenlerin doğrusunu yanlışını ayırmak için bu kişilerin biyografisini araştırmak gerekmiştir. Tabâkatlar biyografi kitaplarıdır. ARAP EDEBİYATININ ŞAİRLERE GÖRE DÖNEMLERİ: 1. Cahiliyyûn: islamiyet’ten önceki dönem şairleridir. 2. Muhadramûn: hayatlarının bir kısmını Cahiliye bir kısmını İslami dönemde geçiren şairlerdir. 3. İslâmiyyûn: İslami dönemin ilk şairleridir. Emeviler döneminin sonuna kadar yaşayan ve bir önceki nesli takip eden şairlerdir. 4. Müvelledün(Muhdesûn): Şehirli, yeni şairlerdir. 5. Asriyyûn: Çağdaş şairlerdir. İlk üç gruptaki şairler, dil ve edebiyat alimleri tarafından şâhid (örnek ) kabul edilen, kudemâ(eskiler) denen şairlerdir. FARS (İRAN) EDEBİYATI: İslâmiyet’ten önce farsça şiir söyleyen ilk ve tek kişi Behrâm-ı Gûr’dür. Farsça şiir söyleyenlerin arasında ilk büyük şair Rûdeki’dir. Farsça şiir söyleyen şairler Arapça şiirleri örnek almışlardı. İslam dünyasındaki bütün şiirlerin konusu aynıdır. (övgü, hiciv, mersiye, şarap, kadın vs) Tasavvuf şiire daha sonradan konu olmuştur. Farsça şiirde ilk büyük mutasavvıf şair Senai’dir. Mevlana bu yolun Farsça şiirde en seçkin kişisi olmuştur. Fars Edebiyatında Görülen Üsluplar: Türkistan/Horasan Üslubu: Horasan ve Maveraünnehir (Batı Türkistan) şairlerinin hamasi, sade, tabii, akıcı, dış dünyayı gerçekçi olarak anlatan tarzıdır. İlk büyük şair Rudeki, , Firdevsi, Ömer Hayyam Bu tarzın temsilcilerindendir. Irak/Selçuklu Üslubu: Arapça kelime ve terimlerin çoğaldığı, bilimsel kavram ve izahların yer bulduğu bu dönem şiirinde sanatlı ve mübalağalı kasideler, lirik gazeller öne çıkmış, mesnevi özel bir konuma gelmiştir. Bu geleneğin son büyük temsilcisi Cami’dir. Tasavvufi şiirde ise en önemli kişi Mevlana’dır. Hint Üslubu(İsfahan üslubu): Babür devletinin kuruluma yıllarından sonra ilgi gören tarzdır. Babür’ün şairlere yeni imkanlar hazırlamasıyla şiir saraydan uzaklaşmış, ilmi tabir ve bilgiler azalmış günlük deyişler ve tecrübeler şiire girmiştir. Bunun yanında şiire ince hayaller, yeni mazmunlar, bilinmeyen kelimeler de girdi. Geriye Dönüş Üslubu: Anlaşılmaz teşbih ve istiarelerle dolan ve muammaya dönüşen Hint üslubuna muhalefettir. Bu üsluplar dönem adlarıyla da adlandırılmıştır. Sebk-i Türkistani (sammaniler zamnındaki üslup), sebk-i Horasani(Gazneliler ile Selçukluların ilk yılları), ara dönem üslubu( Irak üslubuna geçilirken), azerbaycan üslubu( Irak üslubuna geçilirken İran’ın batısında), Mekteb-i Vukû(Hint üslubuna geçiş dömemi) adları kullanılmıştır. Yeni Şiir üslubu: Bu dönemde içerik ve yapıda yeniliklere gidilmiş; ancak Mevlana Sa’di, Hafız gibi şairler örnek alınmaya devam edilmiştir. Bu dönemde hikaye, roman ve tiyatro ilgi görmüş, klasik kalıpların dışına çıkılmıştır. Nesirde de farklı dönemler olmuştur. Başlangıçta (Samaniler dönemi) sade nesir vardır. Gazneli ve Selçuklular döneminde cümleler uzadı, Arapça kelimeler arttı. Selçuklu ve Harezmşahlar döneminde sanat, seci ve Arapça kelimeler iyice arttı. Irak üslubunda nesir anlaşılması zor bir hüviyete büründü. Geri dönüş üslubu döneminde yazıda sadelik ve konuşma dili tercih edilmiştir. TÜRK EDEBİYATINA ETKİSİ OLAN FARS ŞAİR VE YAZARLARI: Firdevsi: Başlangıçta gazel ve kasideler yazan Firdevsi’nin en önemli eseri Şeh-nâme’dir. Şeh nâme: İran tarihinin bir bütün olarak ele alındığı mesnevi şeklindeki eseraruzun fe’ûlün/ fe’ûlün/ fe’ûlün/ fe’ûl vezniyle yazılmıştır.Firdevsi eserini 1014’te Gazne’ye gidip Sultan Mahmud’a sunduğu; ancak istediği gibi bir ödül alamadığı için Sultan Mahmud için bir hicviye yazdığı söylenir. Eserin gördüğü büyük ilgi aynı veya yakın türde eserler (Sam-name, Gürşasb-name, Feramurz-nâme, Cihangir-nâme, Behmen-nâme vb.) yazılmasına neden olmuş, İskender-nâmeler ise Şeh-nâme’nin bir kişi etrafında yazılmış farklı bir türü olarak ortaya çıkmıştır. Çeşitli kişiler eserin manzumtercümesini yapmış, Derviş Hasan’ın (Mehdi) mensur tercümesi ise II. Osman’a sunulmuştur.Rustam Destanının Kıssası adıyla Doğu Türkçesiyle yapılmış bir tercümesi de vardır. Fahri ve Şeyhi Hüsrev ü Şirin mesnevilerini yazarken Şeh-nâme’den faydalanmışlardır. Genceli Nizâmi: Manzum aşk hikayelerinin en büyük şairidir. Fars edebiyatında hamse sahibi ilk şairdir. Firdevsi ve Senâi’nin etkileri görülür. Fars ve Türk edebiyatında kendinden sonra Mevlana, Sâ’di-i Şirâzi, Hafız-ı Şirâzi, Fuzûli, Molla Câmi, Emir Hüsrev-i Dihlevi gibi pek çok şairi etkilemiştir. Divan’ı ve Penc Genc adlı hamsesi vardır. Hamsesinde yer alan mesneviler şunlardır: 1 Mahzenü’l Esrâr. Senâi’nin Hadikatü’l hakika adlı tasavvufi mesnevisinden esinlenerek yazıdığı bu eser karşılığında Behramşah’tan önemli miktarda câize almıştır. 2 Hüsrev ü Şirin: Sasani hükümdarıHüsrev-i Perviz ile Ermeni prensesi Şirin’in aşk hikayesidir. Türk edebiyatında birçok şair aynı konulu eser yazmıştır. Bunların en ünlüleri Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin, Ali Şir Nevai’nin Ferhad ü Şirin’dir. 3 Leylâ vü Mecnun:Bu esere çok sayıda nazire yazılmış; ancak sadece Fuzûli aynı adlı eseriyle ona yakın bir başarı elde edebilmiştir. 4 Heft peyker(Behram-nâme):Sâsâni hükümdarı Behrâm-ı Gûr’un av eğlenceleri ve evliğini anlatır 5 İskender-nâme:Şeref-nâme ve İkbal-nâme adlı iki bölümden oluşur. Türk edebiyatında İsken-der-nâme türünün en tanınmış örneğini Ahmedi Firdevsi ve Nizami’den etkilenerek yazmıştır. Ferîdüddîn Attâr: Mevlânâ, Mehmud-ı Şebüsteri, Sâ’di, Hafız, Molla Câmi gibi birçok mutasavvıf şair ve yazarı etkilemiştir. Attar’ın eserlerinde klasik nazım şekillerinin pek çoğu kullanılmıştır. Ancak asıl başarıyı gazel ve mesnevileriyle yakalamıştır. Ustalığının asıl ortaya çıktığı şiirleri ise tasavvufi gazelleridir. Manzum ve mensur önemli eserleri bulunan Attari eserlerinde hikaye anlatımına yer veren şair olarak bilinir.Gazali, İbn Sina gibi kişilerin hikayelerinden ve eski Yunan’dan yararlanmıştır. Mevlana onun anlatım tarzını geliştirerek başarıyla uygulamıştır. Başlıca eserleri şunlardır: 1. İlâhi-nâme:Türkçeye ilk kez kısaltılarak İbret-nüma adıyla Şemseddin Sivasi tarafından çevrilmiştir. Nâbi’nin Hayr-âbâd’ı bu eserdeki bir hikayenin genişletilmesinden oluşmuştur. 2. Esrar-nâme: Şairin ilk tasavvufi mesnevisidir. Türkçe tercümesini Tebrizli Ahmedi yapmıştır. 3. Musibet-nâme: Eser Cevâb-nâme adıyla bilinmektedir. 4. Hüsrev-nâme: Konusu tasavvuf olmayan tek mesnevisidir. Gül ü Hüsrev, Gül ü Hürmüz adlarıyla da bilinen eser dünyevi bir aşk romanıdır. 5. Mantıku’t Tayr: En çok bilinen eseridir. Gazali’ye atfedilen Risaletü’t-Tayr’dan alınan bir hikayenin arasına sokulan küçük hikayelerden oluşur. Mesnevide kuşlar aracılığıyla Vahdet-i vücûd inancı anlatılır. Birçok şairin yanı sıra; Gülşehri, Mantıku’t –Tayr; Ali Şir Nevai, Lisânü’t Tayr adlarıyla benzer eserler yazmıştır. 6. Muhtar-nâme:Rubailerden oluşur. En eski rubai mecmuasıdır. 7. Bülbül-nâme:Türk edebiyatında birçok çevirisi yapılmış ve aynı adla eserler bülbül hikayesidir. 8. Pend-nâme: Ahlak kurallarını anlatan didaktik bir eserdir. Türkçeden başka dillere de çevrilmiştir. 9. Divan: tasavvufi düşüncelerini özellikle gazellerde işlediği lirik bir eserdir. 10.Tezkiretü’l-Evliya:Velilerin yaşamını anlatan eserin Uygur yazısıyla doğu Türkçesine çevirisinin yanında Türkçeye de çevrilmiştir. Bunlardan biri Sinan Paşa’ya aittir. Sâ’di-i Şirazi:Yaşadığı dönemde büyük şöhret kazanmış, çağdaşı şairleri etkilemiştir. Eserlerinde Türkçe sözcüklere de yer vermiş, atasözleri kullanmış, akıcı Sehl-i mümteni anlatım benimsemiştir. Gazeli müstakil bir nazım şekline getirmiştir. Sâ’di’nin eserleri Bîsütuûn tarafından Külliyyat adıyla toplanmıştır. Bu eserlerin içinde Türk edebiyatına etkisi olanlar Gülistân ve Bostân’dır. Gülistân:Manzum ve mensur karışık bir nasihatmâmedir. Bir dibâce(önsöz) ve sekiz babdan(Bölüm) oluşmaktadır. Başta Türkçe olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiştir. Câmi’nin Bahâristân’ı ve Kemal Paşazade’nin Nigâristân’ı bu esere nazire olarak yazılmıştır. Bostân:Ahlaki bir mesnevidir. Gülistan gibi büyük ilgi görmüş medreselerde ders k,tabı olarak okutulmuştur. Hâfız-ı Şirâzi:Fars edebiyatının en başarılı gazel şairidir.Onun gazelleri bu nazım şeklinin en gelişmiş örnekleridir. Baki onun gazellerini tahmis etmiştir. Yunus Emre gibi insana saygıya büyük önem veren bir şairdir. Hafız’ın bilinen tek eseri başkaları tarafından derlenen Divan’ıdır. Hafız divanı Türk edebiyatında Mesnevi ve Gülistandan sonra en çok okunan eserdir. Câmî(Molla Câmî): Klasik dönem İran şiirinin son temsilcisi sayılan Cami, Türk şair ve yazarlarınca örnek alınmıştır. Ali Şir Nevai Cami için kasideler yazmış, Cami de ali Şir Nevai’ye nazireler yazmıştır. Câmi’nin Manzum Eserleri: 1. Divanları:Üç divanı vardır. Ali Şir Nevai’nin isteği üzerine bu divanları yazıldıkları dönemi belirtecek şekilde adlandırmıştır. Gençlik dönemi şiirlerinin yer aldığı divanına Fâtihatü’ş-Şebab, Orta yaş şiirlerinin yer aldığı divanına Vâsıtatü’l-lkd, yaşlılık dönemi şiirlerinin yer aldığı divânına da Hâtimetü’l-Hayat adını vermiştir. 2. Hetf Evreng: Hamse geleneğine uyarak önce beş mesnevi yazmış, sonra mesnevilerinin sayısını yediye çıkarmış ve Heft evreng adını vermiştir.Bu eserdeki mesneviler şunlardır: Tuhfetü’l-Ahrâr, Sübhatü’l-Ebrâr, Yusuf u Züleyha, Leyla vü Mecnûn, Hıred-nâme-i İskenderî, Silsiletü’z-Zeheb, Salamân u Absâl. Câmi’nin Mensur Eserleri: 1. Bahâristan:Sâ’dî’nin Gülistân’ını örnek alarak yazdığı bu eseri Hüseyin Baykara’ya ithaf etmiştir. 2. Nefâtü’l-Üns min Hazarati’l-Kuds:Tasavufi bri eserdir. Ali Şir Nevai Çağataycaya çevirmiştir. 3. Şevâhidü’n- Nübüvve: Mistik konuları ele aldığı ve rubâilerin de bulunduğu bir eserdir. 4. Fevâidü’z-Ziyâiyyefi Şerhi’l-Kafiye: Arap gramerini konu alan bu eser uzun süre Türk medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Câm’i’nin bunlardan başka birçok eseri vardır. Hadîs-i Erba’în adlı eserini Ali Şir Nevai, Fuzuli, Nabi tercüme edenlerdendir. Kemal Paşazade Kafiye Risalesi’ni yazarken Molla Câmi’nin Risâle-i Kâfiye’sini esas almıştır. Lâmi’î, Molla Câmî’nin pek çok eserini Türkçeye tercüme ettiği için Câmi-i Rum lakabı ile anılmıştır.

AÖF TDE 2. SINIF 8-13. YÜZYILLAR TÜRK EDEBİYATI 6. ÜNİTE

Harezm-Altın Ordu Türkçesi ve Edebiyatı HAREZM VE TARİHİ Harezm, Arap tarihçileri tarafından bugün Özbekistan ve Türkmenistan sınırları içinde ka¬lan Ceyhun (Amu Derya) ırmağının döküldüğü Aral gölünün güneyinde ve bu nehrin her iki tarafında uzanan bölgeye ve bu bölge halkına verilen addır. Arap istilasından sonra ise bu ad sadece ülke adı olarak kalmış, burada yaşayan halka ise "Harezmî" adı verilmiştir. Harezm ve Harezmlilerle ilgili ilk tarihî bilgiler Herodot'a aittir. "Harezmşah" İslam'dan önceki zamanlardan itibaren bu bölgeye hâkim olanlara veri¬len bir unvandır. Harezm kavminin dili üzerine yapılan araştırmalar bu dilin yani Harezmcenin Avesta, Soğd, Yagnob ve Osset dilleri gibi doğu İran dili olduğunu ortaya çıkarmıştır. X. yüzyılda Arap coğrafya ve tarihçilerinin kaydettikleri "kılavuz, kara tigin, bagırkan, barkan, çakıroguz, karasu, temirtaş" gibi Türkçe kelimelerin yaşamakta oluşu, Abbâsîler devrinde Basra valisi sübaşı el-Hâcib el-Harezmî et-Türk gibi Türk valilerin yönetimde bulunuşu ile bu dönemde söz konusu bölgede Türklerin varlığı ortaya çıkmaktadır. Yine Arap tarihlerinde Gürgenç ve daha batıdaki Zencan'a "Türk kapısı" denilmesi bu dönem¬de bölgedeki Türklerin önemini vurgulaması bakımından önemlidir. Ayrıca XI. yüzyılın ikinci yarısında Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğünde "Harezm'de yerleşmiş bir Türk boyu" karşılığı olarak Küçet ismi¬nin geçmekte oluşu da bu konuda önemli bir tanıktır. Sultan Melikşah zamanında sultanın taştdarı Anuştigin Harezm mutasarrıfı ve valisi olarak tayin edilmişti. Fakat Anuştigin ülkeyi fiilen idare etmemiş, Kıpçak Türklerinden Ekinci bin Koçkar asıl görevi üstlenmişti. Bu dönemde Harezm'in Türkleşme işi tamam¬lanmış, böylece Harezm'de Kıpçak, Kanglı ve Oğuz Türkçelerinin karışımı "Harezm Türkçesi" de oluşmuştur. Fakat gerek Gazneliler gerekse Selçuklular zamanında idare ve ordu Türklerde olmasına rağmen Türkçe yazı ve edebiyat dili olamamıştı. Bu durum Kutbüddîn Muhammed ile başlayan son Harezmşahlar döneminde gerçekleşmiş ve Harezm Türkçe-si, eserlerini vermeye başlamıştır. 1097 yılında Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer, Anuştigin'in oğlu Kutbüddîn Muhammed'i Harezmşah tayin edince Harezm'in en parlak devri başlamış ve 1231 yılına kadar hüküm sürecek olan Harezmşahlar hanedanının temeli atılmıştır. Atsız devrinde yarı müstakil bir devlet hâline gelen Harezm, İl Aslan ve Alâeddîn Tekiş zamanında güçlenip gelişmiş, Alâeddîn Muhammed dev¬rinde imparatorluk olmuş iken Celâleddîn Muhammed'in kötü idaresi sonu-cunda Cengiz Han'ın yönettiği Moğol güçlerine yenilmiştir. HAREZM TÜRKÇESİ Harezm Türkçesi, XI-XII. yüzyıllarda gerek etnik yapı gerekse siyasî hayat bakımından Türkleşen Harezm bölgesinde Oğuz, Kıpçak ve Kanglı boylarının yerleşik hayata geçme¬lerinin sonucu olarak Türk dilinin doğu kolunu teşkil eden Karahanlı (Hakaniye) Türkçe-si temelinde, güneybatı kolunu teşkil eden Oğuz Türkçesi ve kuzeybatı kolunu teşkil eden Kıpçak Türkçesinin bu bölgede karışıp kaynaşmasından oluşan Türkçeye verilen addır. Böylece bölge halkının etnik yapısı gibi oluşan dil de karma bir şekil almıştır. Karahanlı Türkçesinden Çağatay Türkçesine geçiş devrini teşkil eden Harezm Türk¬çesi teriminin belli bir dönemin Türkçesi için ad olarak kullanılması, Ali Şir Nevâî'nin Mecâlisü'n-Nefâis adlı eserinde Harezmli bilgin Hüseyn Harezmî'nin, Kasîde-i Bürdeye Harezm Türkçesinde şerh yazdığını bildirmesi ile ortaya çıkmıştır. Harezm bölgesi, Sirderya'nın aşağı kesimiyle birlikte daha Moğol çağından önceki de¬virlerde doğudaki Kaşgar'ın yanında ikinci bir edebî merkez olarak önemli bir yer tutmuş¬tur. XIII. yüzyıl sonlarında Harezm'de gelişen kültür faaliyetine, XIV. yüzyılda Altın Ordu'nun baş¬kenti Saray ve Kırım da katılmış, Harezm'den birçok bilgin, şair ve yazar Altın Ordu'ya göç ederek bu bölgede konuşulan Türk yazı dilinin Altın Ordu sınırları içinde de yayılmasını sağlamıştır. Bu kadar geniş bir sahada kullanılan bu edebî dil, birlik sağlayamamış, eski ve yeni şe¬killer yerli ağız özellikleri ile karışmıştır. Bu dil evresi Timurlular devrinde sona ermiş ve yerini Çağatay Türkçesine bırakmıştır. F. Köprülü, XIV. asırda Türkistan, Horasan, Harezm ve Altın Ordu'da yazılmış bütün eserleri Çağatay Türkçesi kapsamında ele almıştır. Köprülü, XV. yüzyıl Çağatay ede¬biyatını hazırlayan ve edebî karakterleri bakımından ondan tamamıyla farksız olduğunu kaydettiği XIII. ve XIV. yüzyıl eserlerini ilk Çağatay devri içinde ele alıp değerlendir¬miştir. Ancak bu dönemi de "Timur devrinde edebî inkişaf", "Altın-Ordu'da edebî in¬kişaf" ve "H'arizm'de edebî inkişaf" olmak üzere alt başlıklara bölmüştür. V. V. Barthold, Harezm ve Altın Ordu Türkçelerinin Çağatay Türkçesine geçiş devresi teşkil et¬tiğini dile getirmiştir. Samoyloviç, Kutb'un Hüs-rev ü Şîrîn'i ile Harezmî'nin Muhabbet-nâme'sinin dil özelliklerine dayanarak Orta Asya edebî dilini üç döneme ayırmış ve Harezm Türkçesine Oğuz-Kıpçak Türkçesi adını ver¬miştir (Samoyloviç, 1928): 1. faaliyet merkezi Kaşgar olmak üzere Karahanlı veya Haka-niyye Türkçesi dönemi (XI-XII. yy.), 2. Seyhun'un aşağı kıyıları ve Harezm merkez olmak üzere Oğuz-Kıpçak dönemi (XIII-XIV. yy.), 3. Timur çocuklarının idaresi ile başlayan Ça¬ğatay bölgesinde Çağatayca dönemi (XV-XX. yüzyıl başları). A. Caferoğlu, Müşterek Orta Asya Türkçesini türlü kültür merkezleri ve Türk boylarının etnik ve diğer özellikleri bakımından üç devreye ayırmıştır: 1. Karahanlılar devrinden itibaren Kaşgar şivesinde inki¬şaf eden Türkçe ki buna hem Hakaniye hem de Doğu Türkçesi adı verilmektedir, 2. Batı Türkistan'ın Seyhun ırmağının aşağı mecrası ile Harezm'in muhtelif merkezlerinde geli¬şen Harezm (Altın Ordu) Türkçesi, 3. Orta Asya Türkçesinin en parlak devrini teşkil eden Çağatay Türkçesi. Harezm Türkçesi, Ali Şir Nevâî'den başlayarak bazen Samoyloviç'te olduğu gibi farklı isimlendirmelerle (Oğuz-Kıpçak gibi) de olsa Orta Türkçe dönemi içinde ayrı bir devre olarak ele alınıp değerlendirilmiştir. Ancak bu dönem eserle-rinin yayımının geç zamanlarda yapılması ve bugüne kadar bile ayrıntılı bir Harezm Türk-çesi gramerinin ortaya konulamamasından dolayı, bu eserler yukarıda adı geçen Türko¬loglar tarafından Orta Türkçe döneminin farklı devrelerinde ele alınıp değerlendirilmiştir. Örneğin; Harezm Türkçesinin en kapsamlı eseri olan Rabgûzî'nin KısasÛl-Enbiyâ'sını A. Caferoğlu, Orta Türkçe döneminin ilk grubunda yani Hakaniye Türkçesi içinde ele almış, Atebetü'l-Hakâyık ve Ahmed Yesevî'nin hikmetleri ile bir arada değerlendirmiştir. Yine aynı eseri, J. Thüry, Çağatay edebiyatının ilk ürünü olarak değerlendirmiş Yine dönemin önemli eserlerinden Nehcü'l-Ferâdîs'in dili için de Türkologlar arasında ihtilaf vardır. Z. V. Togan, eserin Harezm Türkçesiyle kaleme alındığını beyan ederken, A. N. Nadjib, Ş. Mercânî ile aynı görüşü paylaşmakta yani eserin Volga Bulgar Türkçesi ile yazıldığını tanıklarıyla ispat etmeye çalışmaktadır. Kısaca, bugüne kadar dil tarihi ve edebiyat tarihi çalışmalarında Harezm Türkçesi ve bu Türkçe ile yazılmış eserler konusunda fikir birliği olmamıştır. HAREZM TÜRKÇESİ ESERLERİ Zemahşerî ve Mukaddimetü'l-Edeb'i Mukaddimetü'l-Edeb, ünlü tefsir ve lügat âlimi Mahmud bin Ömer ez-Zemahşerî tarafın¬dan yazılıp Harezmşah Atsız bin Muhammed bin Anuştigin'e sunulmuştur. Devrin ilim dili olan Arapçaya ilgi duyan Harezmşah Atsız, lügat âlimi Zemahşerî'den kendisinin saray kütüphanesi için bir sözlük yazması¬nı istemiş ve Zemahşerî de bu isteği yerine getirmek için Mukaddimetü'l-Edeb adını verdiği eserini yazmıştır. Mukaddimetü'lMukaddimetü'l-Edeb'in Harezm Türkçesi, Farsça, Moğolca, Çağatayca, Osmanlıca gibi pek çok dile satır altı tercümesi yapılmış nüshası bulunmaktadır. Ancak sözlüğün oriji¬nali kayıp olduğu için Harezmşah Atsız'a sunulan eserin herhangi bir dilde tercümesi¬nin olup olmadığı, tercümesi var ise hangi dilde yapıldığı bilinmemektedir Mukaddimetü'l-Edeb, Arapça öğretmeyi amaçlayan, Arapça kelime ve kısa cümleler¬den oluşan pratik bir sözlüktür. Bu nedenle ele alınan kelime ve kısa ibareler arasında her¬hangi bir ilgi bulunmamaktadır. Alfabetik sırada olmayan bu sözlük beş bölümden oluşmaktadır: İsimler, Fiiller, Harf¬ler (Edatlar), İsim Çekimi, Fiil Çekimi. Bu Eski Türkçe ve Orta Türkçe dönemi sözlüklerinde bulunmayan, hapaks (=Sadece bir defa kullanılmış kelime ya da bir kelimede görülen şekil) durumundaki pek çok kelimenin yer aldığı Mukaddimetü'l-Edeb, bu yönüyle Divanü Lugati't-Türk'ten sonra Orta Türkçe döneminin en zengin kelime hazinesini içine alan bir sözlüktür. Mukaddimetü'l-Edeb'in Nüshaları: Eserin Harezm Türkçesi ile bilinen yirmi nüsha¬sı vardır. En eski nüshaları Harezm Türkçesi ve Farsça ile tercümeli olan Yozgat ve Berlin nüshalarıdır. Bunlardan başka Paris, Şuster, Hive, Taşkent, İstanbul Üniversitesi Süleymaniye kütüphanesi, Arkeoloji Müzesi, Millet Kütüphanesi ve British Museum'da da nüshalan vardır. Rabgûzî ve Kısasü'l-Enbiyâ'sı Rabgûzî, "Ribat Oğuzlu" olmasına rağmen eserini o zamanın ortak edebî dili olan Harezm Türkçesi ile yazmıştır. Yazar hakkında kendi açıklamalarından başka bilgi bulunmamaktadır. Kendisinin "Ribat Oguzlug" yani Oğuzlarla meskun Ribat adlı mevkiden olduğunu belirten yazarın, Rabgûzî mahlasını bundan dolayı aldığı anlaşılmaktadır. Eser Nâsırüddîn Tok Buga'ya sunulmuştur. Kısasü'l-Enbiyâ, adından da anlaşılacağı üze¬re peygamberlerin hikâyelerini konu alan bir eser¬dir. Başta Hz. Muhammed olmak üzere İslam dininin doğruladığı diğer peygamberler ile Avac bin Annak, Harut ve Marut gibi Kuranda da adı geçen bazı kıssaları içerir. Eserde özellikle her kıssanın başlangıcındaki secili ifadelerle dinî konulara bediî bir şe¬kil verilmiştir: Ayrıca yazar söz ustalığını kıssalarla ilgili olarak verdiği Arapça, Türkçe ve Arapça-Türkçe şiirlerle de pekiştirmiştir. Eserdeki manzum parçalar çoklukla kaside şeklinde yazılmıştır. Peygamberlere ve din büyüklerine yazılan kasideler dışında aşk, tabiat ve burçlarla ilgili konuların işlendiği gazeller de bulunmaktadır. Bu şiirlerin bir kısmı Arapçadan satır-arası tercümedir. Kıssa¬ların içerisinde en çok anlattığı ve en fazla kaside yazdığı peygamber Hz. Muhammed'dir. Bu şiirler incelendiğinde bunların, Süleyman Çelebi'ye Vesîletün-Necât adlı mevlidi yazar¬ken ne derece kaynaklık ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Nazım şekli bakımında Kısasü’l-Enbiyâ'daki manzu¬melerin önemli bir özelliği de halk edebiyatının etkisiy¬le Kutadgu Bilig ve Atebetü'l-Hakâyık'ta da karşılaştığımız mani-tuyuğ şeklindeki dörtlüklerin bulunmasıdır. Man¬zumeler için eserin genelinde Divan şiirinde en sık rastla¬nan aruz ölçüleri kullanılmakla birlikte pek çok aruz hata¬sı mevcuttur Kısasü'l-Enbiyâ'nın Nüshaları: Eserin bilinen on bir nüshası vardır. Eserin Londra’da bir, Leningrad'da altı, Paris'te bir, Bakü'de bir ve İsveç'te iki nüs¬hası vardır. Eserin dil özelliklerini yansıtması bakımından en iyi ve en eski nüshası Londra British Museum nüshasıdır. Öbürlerine göre daha iyi bir durumdaki bu nüsha Kaare GR0NBECH tarafından basılmıştır. Bu nüs¬haya dayanarak Aysu Ata 1997 yılında eserin çevriyazılı metnini ve dizinini iki cilt olarak hazırlamış, H. Boeschoten, M. Vandamme ve S. Tezcan ise, 1995'te eserin di¬ğer nüshalarıyla karşılaştırmalı metnini ve İngilizceye çevirisini yayımlamışlardır. İslâm ve Mu'înü'l-Mürîd'i Harezm sahası eserlerinden biri de Mûînü'l-Mürîd'dir. Eserde yer alan ve aşağıda verilen dört¬lüklerde, yazarın adının İslâm olduğu ve bu eseri 713/1313 tarihinde yazdığı anlaşılmaktadır. J. Eckmann da Mu'înü'l-Mürîd için "Harezm Türkçesi" adlı çalışmasında ese¬rin müellifini "İslâm" olarak vermiştir. Fakat Z. V. Togan, müellifin adını ta¬yin etmenin güç olduğunu belirtmiştir. Ebulgazi Bahadır Han ise Şecere-i Terâkime adlı eserinde Mu'înü'l-Mürîd"in müelli¬fi olarak Şeyh Şeref Hâce'yi göstermiştir. Mu'înü'l-Mürîd için Ebulgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Terâkimesi'ndeki bu açıklamalar Aşkabad Türkmen rivayetinde tespit edilen Revnaku'l-İslâm için de aynı biçimde tekrar edilmektedir. F. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi çalışmasında Z. V. Togan gibi Mu'înü'l-Mürîd'in mü¬ellifi hususunda kararsızdır. Mu'înü'l-Mürîd, dinî-tasavvufî konuların ele alındığı didaktik manzum bir eserdir. Şah-nâme, Kutadgu Bilig ve Atebetü'l-Hakâyık gibi mütekarip bahrinde fe'ûlün fe'ûlün fe'ûlün fe'ûl vezninde dörtlüklerle yazılmıştır. F. Köprülü Mu'înü'l-Mürîd'in, az sayıda eseri içine alan fakat Türk dili tarihi konusunda Karahanlı ve Çağa¬tay Türkçelerine geçiş dönemini kapsayan Harezm Türkçesi dairesindeki önemini vurgu¬lamıştır. Dil ve üslubu açısından geniş halk kitleleri için yazıldığı anlaşılan Mu'înü'l-Mürîd'in bugüne kadar bilinen tek nüshası Bursa Orhan Kütüphanesindedir. Eser üzerinde Recep Toparlı'nın çalışması vardır. Ali Feh¬mi Karamanlıoğlu'nun profesörlük takdim tezi olarak hazırladığı Mu'înü'l-Mürîd üzerine çalışması, 2004 yılındaki ölümünden dolayı yayımlanmamıştır. Karamanlıoğlu'nun eser üzerindeki notları 2006 yılında yayına hazırlayan Osman Fikri Sertkaya'dır. Eser üzerinde en son çalışma ise 2008 yılında Recep Toparlı ve Mustafa Argunşah tarafından yapılmıştır. Mu'înü'l-Mürîd'in bu nüshasında Cevâhirü'l-Esrâr adlı eserden alınmış 7 dörtlük ile kime ait olduğu belli olmayan bir kıssa ve dizeler de yer almaktadır. Esas eserin kenarın¬da yer alan bu eklemelerin kimin tarafından ve ne zaman yazıldığına dair herhangi bir ka¬yıt yoktur. Fakat bu alıntılar konu itibarıyla Mu'înü'l-Mürîd'le aynıdır. Kerderli Mahmud b. Ali ve Nehcü'l-Ferâdîs'i Nehcü'l-Ferâdîs'in yazarı, Kerderli Mahmud bin Ali'dir. Yazar, eserinden anlaşıldığına göre tefsir, hadis, fıkıh, ferâiz, megâzi, menâkıp gibi ilimlere yabancı olmayan biridir. Bu itibar¬la medrese eğitimi görmüş olup tarikat ehlidir. Ele alıp örnek verdiği ayet ve hadisler doğ¬ru ve yerinde görünmekte olup eseri sağlam kaynaklara dayanmaktadır. Nehcü'l-Ferâdîs, 1358 yılında Saray'da yazılmış bir kırk hadis tercümesidir. Dört bölüm halinde düzenle¬nen eserde aynı konuda birbiri ile ilgili olan hadisler onar onar ele alınmıştır. Eser, tertibi ve hadis sayısı yönünden Kırk hadis türünün Türkçedeki ilk örneğidir. Eserin yazarı, yazılış yeri ve tarihi ile ilgili ilk bilgiler, Şihabettin Mercânî'nin şahsî kü-tüphanesinde bulunan fakat sonradan ortadan kaybolan Nehcü'l-Ferâdîs nüshasında ka¬yıtlıdır. Dinî ve didaktik nitelikte bir eser olan Nehcü'l-Ferâdîs, Harezm Türkçesinin dil özel¬liklerini tespit etmek için en önemli kaynak eserlerden birisidir. Eser, kısaca dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını ortaya koyan Müslümanlık bilgilerini içermektedir. Bunu ortaya koyarken de yazar sanat amacı gütmemiş ve sade bir dil kullanmıştır. Ayrıca yazar, dinî konuları ele alırken akıcı hikâyelerle eserini süslemesini bilmiştir. Eser dört "bâb" ve her "bâb" da onar "fasl"dan oluşmaktadır. İlk bölümde Hz. Muhammed'in hayatı ve ailesi, Peygamber'e vahiy gelmesi, sahabelerin müslüman oluşu ve bu arada çektikleri zorluklar ile Mekke'den Medine'ye göç, Hz. Muhammed'in mucize¬leri, yaptığı savaşlar ve vefatı konuları işlenmektedir. İkinci bölümde, Hz. Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin, Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Malik ve İmam Hanbel ile ilgili hadiseler ve onların erdemleri anlatılır. Üçüncü bölüm, Hakka yaklaştıra¬cak, dördüncü bölüm de Hak'tan uzaklaştıracak amellere ayrılmıştır. Nehcü'l-Ferâdîs'in Nüshaları: Eserin bilinen dokuz nüshası vardır. İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Yeni Cami kısmı: Eserin dil özelliklerini veren en iyi nüshasıdır. Harekelidir. Bu nüshanın tıpkıbasımı Janos Eckmann tara¬fından 1956 yılında yapılmış olup Eckmann bu çalışmanın ardından hemen eserin çevriyazılı metnini hazırlamaya koyulmuşsa da vefatı üzerine onun çalışmalarını bir araya getirip yayımlayan Hamza Zülfikar ve Semih Tezcan olmuştur. Aysu Ata ise bu eserin üçüncü cildini, 1998 yılında Dizin-Sözlük adı ile yayımlamıştır. Şihabettin Mercânî Nüshası. Paris Bibliotheque Nationale, Yalta Nüshası. Kazan Nüshaları.( 3 tane) Leningrad Nüshaları.(2 tane) HAREZM-ALTIN ORDU TÜRKÇESİ ESERLERİ Kutb ve Hüsrev ü Şîrîn'i Nizâmî'nin Hüsrev ü Şîrîn adlı mesnevisini ilk defa Türkçeye çeviren şair Kutb'dur. Kutb, Hüsrev ü Şîrîn adlı eserini, Altın Ordu hükümdarı Tını Beg Han ile eşi Melike Hatun adına yazmıştır. Kutb, eserini Nizâmî'nin aynı adlı mesnevisinden tercüme etmiştir. Ancak esere yapı¬lan ilaveler ve eserin hacmi bakımından kelimesi kelimesine bir çeviri olmadığı anlaşıl¬makta ve Kutb'un şairlik yeteneği de ortaya çıkmaktadır. Kutb, Hüsrev ü Şîrîn'in Farsça orijinalinden farklı tarihî ve sosyal ilişkileri eserine ka¬tarak bu unsurlarla onu Altın Ordu halkının hayatına uygun hâle sokmuştur. Romantik bir mesnevi olan Hüs-rev ü Şîrîn, yazıldığı saha ve dönemde konusu itibarıyla da ilk olması bakımından dikkat çekicidir. Altın Ordu sahasında yazıldığı bilinen ilk edebî eser olan Hüsrev ü Şîrîn'in bugüne ka¬dar gün ışığına çıkan tek nüshası Paris Bibliotheque Nationale’dedir. Bu nüsha, Fakih adlı bir Kıpçak tarafından İskenderiye'de Altın Boga adına istinsah edilmiştir Berke Fakih'in eserin sonuna ilave ettiği manzumesi başkası bulununcaya kadar Mısır'da yazılan ilk Kıpçakça metin sayılabi¬lir Hüsrev ü Şîrîn'in metin yayınına dair çalışmalar A. İnan, A. Zajaczkowski ve N. Hacıeminoğlu'na aittir. Hacıeminoğlu, Kutbun Hüs¬rev ü Şirini ve Dil Hususiyetleri adlı çalışmasında ise giriş bölümünden sonraki imlâ, ses ve şekil hususiyetleri konularının ardından Hüsrev ü Şîrînin transkripsiyonlu tam metni¬ni vermiştir. Harezmî ve Muhabbet-nâme'si Muhabbet-nâme, Harezmî tarafından Sir Derya'da Muhammed Hâce Beg'in Sıgnak'taki sarayında yazılmış, Altın Ordu sarayı etrafında oluşmuş klâsik edebiyata örnek teşkil eden manzum bir eserdir. Sevgi ve sevgilinin güzelliği konularının işlendiği Muhabbet-nâme'de bazı bölümler Farsça yazılmıştır. Hatime bölümünde eserin adı, yazılış yeri, müellifi ve yazılış tarihi ve¬rilmektedir: J. Eckmann'a göre bu eserin dili için Samoyloviç'in söylediği "Oğuzca-Kıpçakça" hük¬mü isabetsizdir ve eserin Arap alfabesiyle yazılmış olan Londra nüshasının dili büyük çapta Çağatayca Türkçesinin tesirinde kalmıştır. Eckmann, T. Gandjei'nin Muhabbet¬nâme'nin tenkitli metin neşri ve İtalyancaya tercümesini tanıttığı yazısında ise Muhabbet-nâme'yi Harezm-Altın Ordu edebiyatının başlıca eserlerinden biri olarak görmektedir. Muhabbet-nâme'nin Nüshaları: Eserin biri Uygur harfleriyle olmak üzere dört nüs¬hası bulunmaktadır: British Museum’deki iki nüshanın biri Uygur harfli, diğeri Arap harflidir. İstanbul, Millet Kütüphanesinde de diğer iki nüshası bulunmaktadır. Bu tefsirlerden birinin haşiyesinde Hocendî'nin Letâfet-nâme'si de yer almak¬tadır ilk olarak F. Köprülü bilgi vermiş¬tir. XIV. ve XV. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Letâfet-nâme vezin, şekil, tertip ve konu itibarıyla Muhabbet-nâme'nin naziresi sayılabilecek niteliktedir. Hocendî, Emîr-zâde Mahmud Tarhan'a takdim ettiği bu eserini Harezmî'nin Muhabbet-nâme'sine cevap olarak yazdığını eserinde bildirmektedir. Hüsâm Kâtib ve Dâsitân-ı Cumcuma'sı Dâsitân-ı Cumcuma veya Cumcuma-nâme, Hüsâm Kâtib tarafından edebî bir gaye güdül¬meden geniş halk kitleleri için Altın Ordu'da 770H.= 1368-1369M. yılında mesnevi nazım şekli ile yazılmış dinî lirik bir hikâyedir. Cumcuma-nâme, nazım şekli, vezni ve muhtevası bakımından Attâr'ın aynı isimli ese¬rinin tercümesidir. Fakat İsa peygamber ile Kesikbaş hikâyesini anlatan bu eser, cennet ve cehennem konularının daha ayrıntılı olarak ele alınması ile asıl metinden ayrılmaktadır. F. Köprülü, Altın Ordu sahasına ait olan Cumcuma-nâme'ye bizzat o muhitin yetiştir¬diği biri tarafından yazıldığı için büyük bir önem vermektedir Altın Ordu'daki müslüman Türkler tarafından çok rağbet gören bu eser, 995/1548 yı-lında Kırım Hanı Sahib Giray bin Hacı Giray'ın emri ile Harezm-Altın Ordu Türkçesinden Anadolu Türkçesine çevrilmiştir. Samoyloviç, eserin Leningrad Asya müzesinde iki nüshasının daha bulunduğunu bil¬dirmektedir. Ayrıca Cumcuma-nâme'nin XVIII. yüzyıl Çağatay Türkçesine tercüme edildiği nüshası Paris Bibliotheque Nationale’dedir. Eserin tam metnini ihtiva etmeyen neşri Kazan'da yapılmıştır. Mi'râc-nâme Mi'râc-nâme, gerek dil ve üslup ge¬rekse işlediği konu açısından Nehcü'l-Ferâdîs'e benzeyen anonim bir eserdir. Miraç olayını anlatan bu eser, konula¬rın sıralanışı itibarıyla Nehcü'l-Ferâdîs ile aynı olmakla beraber sadece gök tasviri konusundaki ayrıntılarda ay¬rılmaktadır. Eserin mukaddimesin¬de bu kitabın Nehcü'l-Ferâdîs (veya Nehecü'l-Ferâdîs) adlı bir eserden ter¬cüme edildiği ifade edilmektedir. Mi'râc-nâme'nin Uygur harfleri ile yazılmış tek nüshası Paris Bibliotheque Nationale’de bulunmaktadır. Bu nüsha Ma¬lik Bahşı tarafından Herat'ta istinsah edilmiştir. Mi'râc-nâme'nin Arap harfleriyle Çağataycaya tercüme edilmiş nüshası İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir.

AÖF 2. SINIF TDE 8-13.YÜZYILLAR TÜRK EDEBİYATI 5. ÜNİTE

XII-XIII. Yüzyıllarda Anadolu'da Gelişen Tasavvufî Türk Edebiyatı Selçukluların siyasî hâkimiyet kurmak amacıyla yaptığı sürekli savaşlar, taht kavgaları, Moğol istilâsı ve ardından Moğollara ödenen ağır vergiler sonucunda düzen ve asayişin bozulması üzerine yaşama gücü oldukça zorlaşan Anadolu halkı, uzun süre barış ve huzur yüzü görememiştir. Böyle bir ortamda ortaya çıkan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl. 1273), Sühreverdî (öl. 1234), Âhî Evren (öl. 1261), Muhyiddîn-i Arabî (öl. 1240) ve Sadreddîn-i Konevî (öl. 1274) gibi mutasavvıf şahsiyetler, Farsça ve Arapça yazdıkları eserlerle, oku¬muş çevrelerde tasavvufu yaymışlardır. Bunların yanında Anadolu'ya Horasan'dan gelen Yesevî dervişleri dinî, tasavvufî düşünceleri halk arasında yayarak onları ilâhî aşkın hu¬zuru ile rahatlatmaya çalışmışlardır. Bunun sonucunda hem şehirlerde oturan halk hem de göçebe Anadolu insanı, manevî güç bulduğu tasavvufa yönelmiş ve tekkelerin etrafın¬da toplanmıştır. Anadolu'da İslamiyeti Türkçe olarak anlatan bir dil ile buna da¬yalı bir tasavvuf edebiyatı ortaya çıkmıştır. Şehirde yetişmiş aydın tabaka sufileri Farsça şiir¬ler söylerken, Anadolu'ya yayılan Yesevî, Haydarî ve Bektaşî dervişleri de Türkçeyi kullanarak tekke edebiyatını meydana getirmişlerdir. Anadolu'da ortaya çıkan bu dinî-tasavvufî edebiya¬tın ilk temsilcileri, Mevlânâ, Sultan Veled ve Yunus Emre'dir. MEVLÂN CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ Mevlânâ'nın doğduğu Belh şehri, Horasan'ın önemli merkezlerinden biriydi. Horasan, bugünkü sınırlara göre Türkmenistan'daki Merv, İran'daki Nişabur ve Afganistan'daki Herat ve Belh şehirlerinden oluşmaktaydı. Ailenin Horasan'dan hareketle dolaştığı bölgelerde Hârezmşahlar, Abbasi Halifeliği Eyyûbîler, Mengücüklüler ve ve sonuçta vardığı Konya'da ise Anadolu Selçukluları hakim durumdaydı. İslam dünyasında hürmet belirtmek için önemli kişilerin isimlerinin önünde kullanı¬lan "efendimiz" anlamındaki "mevlânâ" lakabı, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed'le birlik¬te özel bir isme dönüştü. Hüdâvendigâr, Hünkâr, Hazret-i Mevlânâ, Mevlevî, Şeyh, Mollâ-yı Rûmî, Rûmî ve Hazret-i Pîr lakap ve unvanları da Mevlânâ için kullanılmıştır. "Hazret-i Mevlânâ" ve "Hazret-i Pîr" gibi saygı hitapları, Mevlevî çevrelerinde ve Anadolu'da daha çok tercih edilmiştir. Bugün İran ve Pakistan'da "Mevlevî", Batı'da "Rûmî", onun için kul¬lanılan lakaplardır. Çocukluk dönemi dışındaki yıllarını "Diyâr-ı Rûm"da geçirdiği ve bu bölgedeki Konya'yı vatan edindiği için "Rûmî" (Rum ülkesinden; Anadolulu) sıfatıyla anılmıştır. Bunların yanı sıra vatan edindiği şehre işaret etmek üzere XIII. asırdan itibaren Konevî (Konyalı) sıfatı da adıyla birlikte birçok eserde yer almıştır. İlk eğitimini babasından alan Mevlânâ, Muhyiddin-i Arabî, Sadeddin-i Hamavî, Osmanü'r-Rûmî, Necmeddin-i Kübrâ'nın müridlerinden olan Evhadüddin-i Kirmanî ve Sadreddin-i Konevî gibi sûfîlerden dersler almıştır. Daha sonra babası Bahâeddîn Veled'in öğrencisi olan Sey-yid Burhâneddin Tirmizî, Mevlânâ'ya tasavvufla ilgili bilgileri öğretmiş ve onun düşünce dünyasının şekillenmesinde etkili olmuştur. Mevlânâ'nın hayat hikâyesinde Tebrizli Şems'in özel bir yeri vardır. Kaynaklarda Konya'daki karşılaşmalarıyla ilgili farklı rivayetler vardır. Mevlânâ'nın yalnız Şems'in varlığı ve dostluğu ile yetinmesi ve aralarındaki samimi¬yet, Mevlânâ'nın öğrenci ve müritlerinde, kendileriyle önceki gibi ilgilenilmediği için bü¬yük hoşnutsuzluğa ve Şems'ten yakınmalarına sebep oldu. Bunun üzerin Şems, 11 Mart 1246'da Konya'yı terk ederek Şam'a gitmiştir. Şems'den ayrılmanın üzüntüsüyle kendisini daha fazla şiire veren Mevlânâ, bu hasretle 48 bin beyti bulan Divan-ı Kebir'i yazmaya başlamıştır. Şems'e olan sevgisinden eserinde Şems ve Hâmûş kelimelerini mahlas olarak kullanmıştır. Divanı, Şems'e izafeten Divan-ı Şems adı ile anılmıştır. Mevlânâ, arayış ve üzüntülerden sonra kendisine "nâib ve halife" olarak Konyalı ku¬yumcu Şeyh Selâhaddin'i seçti. Onunla on yıl bir arada bulundu. Mevlânâ'nın eserlerinde Şems-i Tebrîzî'den sonra üstün sıfatlarla en çok andığı ikinci kişi olan Ahî-Türkoğlu Hüsâmeddin Hasan onun hemdemi ve halifesi olarak büyük kabul gördü. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi'nin ısrarıyla, müritlerine sülûk âdâbını öğretmek amacıyla Mesnevî'yi yazdı. Mevlana ölünce onun yerine Hüsâmeddin Çelebi halife oldu. Mevlevî tarikatının ilk şeyhi olan Hüsâmeddin Çelebi, Mevlânâ'nın ölü¬münden vefat etmiş ve yerine Sultan Veled geçmiştir.Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi'yi Mesnevisinde anmış ve eserini ona ithaf ederek ismini Hüsamî-nâme koymuştur. Mevlânâ'nın Edebî Kişiliği ve Eserleri Recaizâde Ekrem'in "zerrâttan şümûsa kadar her şey şiirdir" sözü Mevlânâ'da asırlar öncesinde kendini göstermiştir. Eserlerinde daha çok tasavvufla ilgili konular üzerinde durur. Tasavvufun temel noktası olan "vahdet-i vücûd" (=varlığın birliği) ve ilahî aşk konularını geniş olarak ele alır. Farsça yazmakla birlikte şiirinde Türk zevki hemen kendini gösterir. Bazı gazelle¬ri, musammat gazel örnekleri olarak karşımıza çıkar. Mısraların ortada ve sonda kafiyelenerek bir beytin dört mısra haline getirilmesi de Mevlânâ ile başlamıştır. Bu durum daha sonraki şairlerde özellikle Yunus Emre ve Nesîmî'de yaygın şekilde kendini gösterecek ve Türk şiirinin Eski Türkçeden gelen bir görünümü olacaktır. Mevlânâ'nın eserlerini kaplayan aşk ve vecdin daha önceki örneklerini, Ahmed-i Gazzâlî ile ünlü şairler Senâ'î ve Şeyh Attâr dile getir¬miştir. Bizzat Mevlânâ eserlerinde Senâî ve Attâr'ı anmakta ve onlardan beyitler ve görüş¬ler aktarmaktadır.Gazellerinde eğitici-öğretici beyitler olduğu gibi, Mesnevî'sinde de heyecan ve coşku dolu beyitler az değildir. Söz başlarındaki edebî girişler dı¬şında sözündeki açıklık ve içtenlik, konuşma diline olan yakınlık Farsça ve Arapça beyit¬lerinin, aynı zamanda beyitleri arasındaki Türkçe ve Rumca ifadelerinin ortak özelliğidir. Onun şiiri, Horasan üslubu veya Türkistan tarzı diye bilinen Moğol öncesi Horasan ve Mâverâünnehir şairlerinin üslubunun özelliklerini taşımaktadır. Ancak kelime ve cümle yapı¬ları itibariyle Horasan üslubunun özellikleri Mevlânâ'nın şiirinde öne çıksa da bazı dil özellik¬leriyle muhteva ve anlam zenginliği bakımından Irak üslubuyla buluştuğu noktalar da vardır. Mevlânâ'nın en önemli iki eseri, her ikisi de manzum olarak yazılan Mesnevi (=Mesnevî-i Manevî) ile Divan-ı Kebiridir. Bunların dışında kalanları ise başkaları tara¬fından derlenen mensur eserlerdir. 1. Divan-ı Kebir: Mevlânâ, hemen tamamı gazel, tercî' ve rubailerden oluşan Divan-ı Kebir, diğer adıyla Külliyât-ı Şems'te özellikle ilahî aşkını, mazmun ve remizlerle şiirin imkânlarını kullanarak anlatmıştır. Divan-ı Kebir, duygu yüklü ve oldukça hacimli bir eser olup içinde yer alan şiirle¬rin büyük bir kısmı Şems-i Tebrizî'ye duyulan sevginin ve hasretin terennümüdür. Ay¬rıca Selahaddin-i Zerkub ve Hüsâmeddin Çelebi için söylenmiş şiirler de bulunmakta¬dır. Bu şiirler içinde rüba'îler dikkat çekmektedir. Yer yer Mesnevî'de olduğu gibi öğreti¬ci ve eğitici beyitler de içeren gazellerini, 50'yi aşkın farklı vezinde söylemiştir. Mahlas yerinde Tebrizli Şems'in adının birkaç şekilde Şems, Şems-i Tebriz (Şems-i Tebrizî, Şemsü'l-Hakk-ı Tebrizî) vb. bulunması nedeniyle bu eser için daha çok Divan-ı Şems-i Tebrîzî adı kullanılmaktadır. Kırk bin civarında beyitten olu¬şan ve çeşitli yazma nüshaları bulunan eserin ilk tenkitli yayımı, B. Furûzânfer tarafından Külliyât-i Şems yâ Divan-ı Kebir adıyla yapılmıştır. Değişik dillerde yapılmış çevirileri bu¬lunan Divan-ı Kebir’in batı dillerine yapıl¬mış çevirileri arasında en tanınmış olanı Nicholson'un yaptığı çeviridir. 2. Mesnevî: Anadolu'da asırlar boyunca birlikte okunan Farsça önemli birkaç kitap¬tan biri, Mevlânâ'nın Mesnevî'sidir. Türkçeye çok sayıda çevirisi yapılan ve şerhler yazı¬lan Mesnevî'yi ezberleyip icazet aldıktan sonra dinleyicilere okuyup açıklayan kişilere Mesnevîhân (Mesnevi okuyan) unvanı verilmiştir. Mesnevî, Mevlânâ'nın sırdaşı Hüsâmeddin Çelebi'nin ısrarları üzerine yazılmıştır. Eserin ilk on sekiz beytini kendisi yazmış, daha sonra o söylemiş ve Hüsâmeddin Çelebi yazmıştır. Mesnevî'ye hatimeyi (=sonucu) Sultan Veled yazmıştır. Mevlânâ tarafından Hüsâmî-nâme adı ile de anılan bu eser, tarikata mensup olanları (müritleri) ve acemileri irşat etmek ve toplumun eğitimi için yazılmıştır. Mevlânâ'nın Mesnevisi ile Divanı arasında benzerlikler de vardır. Abdülbaki Gölpınarlı'nın tespitlerine göre bazı gazelleri Mesnevî'deki hikâyelerin özeti durumun¬dadır. Ayrıca anlatım açısından Mesnevî didaktik olmasına rağmen lirizm yönü de bulu¬nan bir eserdir. Kaynak olarak Kuran ve hadislere dayanan Mesnevî'de konunun gelişine göre Kelîle ve Dimne'den, Mantıkut-Tayrdan hikâyelere yer verilmiş, Hakîm Senâî'nin Hadîkatü'l-Hakîka'sından da yararlanılmıştır. Mevlânâ hikâyelerini doğrudan değil, başka hikâyelerle zincirleme olarak, iç içe bir şekilde anlatır. Böylece konu içinde konuyu, hikâye içinde hikâyeyi devam ettirerek sonuca en iyi şekilde ulaşır. Bu anlatım tarzı başka şairlerde gö¬rülmez. Türk edebiyatında Mesnevî kadar başka bir eser etkili olmamıştır. Kendinden sonra dinî-ahlâkî konularda yazılan çok sayıda eseri etkileyip onlara kaynaklık etmiş olan Mesnevî, yüzyıllar boyu Mevlevî tekkelerinde okutulmuştur. Osmanlı döneminde Mesnevî'nin tamamını tercüme veya şerh edenler; Sürûrî , Sûdî, Şem'î, İsmail Rüsûhî Dede , Yûsuf Dede, Nahîfî, Şâkir Mehmed, Mehmed Murâd'dır. Sürûrî'nin oldukça hacimli olan şerhi, Farsça; Yûsuf Dede'nin Ankaravî'den özet¬leyerek yaptığı şerh, Arapça; diğerleri Türkçe'dir. Nahîfî ve Şâkir Mehmed'in eserleri, man¬zum tercümedir. 3. Fîhi Mâ Fîh: "Onun içindeki odur" veya yorumla, "ne varsa onda var" anlamına ge¬len bu eserde, Mevlânâ'nın bazı sohbetleri sırasında sorulan sorulara verdiği cevaplara; tasav¬vuf, din, ahlak ve felsefe ile ilgili görüşlerini anlattığı, dünya, insan ve şiir anlayışından söz ettiği konuşmalarına yer verilmiştir. Bu eser de, diğer eserlerinin çoğunda olduğu gibi Sul¬tan Veled ve ona bağlı kimseler tarafından tutulan notlar olup vâkıât (=ders notları) türünün Anadolu'daki ilk örneğidir. Söyleniş zamanları belli olmayan eserin bölümleri, yazmalar ve yayımlarda biraz farklılık arz etse de birbirine yakındır. Fîhi mâ fîh Mevlânâ'nın diğer eserle¬rinden, babasının Maârifinden ve Tebrizli Şems'in Makâlâfından izler taşımaktadır. 4. Mecâlis-i Seb'a: Mevlânâ'nın yedi vaazının yakın çevresi tarafından kaydedilip bir araya getirilmesiyle meydana gelen bir eserdir. Her vaazda ele alınan bir hadis, çeşitli ör¬nekler ve hikâyelerle açıklanmıştır. Mevlânâ'nın bu eseri, gerek üslup ve gerekse konular yönünden diğer eserleriyle benzerlik ve bütünlük taşımaktadır. Eserde Divan-ı Kebir'den ve Mesneviden beyitler de bulunmaktadır. 5. Mektûbât: Mevlânâ'nın devlet adamlarına, dönemin ileri gelenlerine, dostlarına ve oğullarına yazdığı 150 kadar mektubun toplanmasıyla meydana gelen bir eserdir. 6. Mülemmaları ve Türkçe Şiirleri: Mevlânâ'nın bir Türk şairi olduğunu gösteren bu şiirler, bazı araştırıcılar ve ilim adamları tarafından zaman zaman yayımlanmışlarsa da, Hasibe Mazıoğlu tarafından topluca yayımlanmıştır. Buradaki şiirlerden Türk edebiyatında şiir yazan ilk şairin de Mevlana olduğu anlaşılmaktadır. Mevlânâ'nın ve Mesnevî'sinin Türk Edebiyatındaki Yeri Mevlânâ düşünceleriyle ve sanatıyla bilgin, ârif ve şair kimliklerini buluşturmuş, dün¬ya değerlerine iltifat etmeyen âşık bir şair kimliği oluşturmuştur. Mevlânâ'nın Türk edebiyatında önemli bir yeri vardır. Bunu iki maddede ele almak mümkündür: 1. Şahıs olarak Mevlâna'nın Türk edebiyatındaki yeri. 2. Mesnevî'sinin Türk edebiyatındaki durumu ve Türk şair ve yazarların Mesnevî'yi ele alış şekilleri. Mevlânâ'yı üstat ve mürşit (=rehber) olarak kabul eden şair ve yazarlar, ona olan hür¬met ve hayranlıklarını söylemekten geri kalmamışlardır. Bu sevgi ve hayranlığın ilkine Şeyyâd İsa'da rastlanır. Şeyyâd İsa Ahvâl-i Kıyâmet adlı mesnevisinde başta Mevlânâ olmak üzere Sultan Veled ile Ârif ve Âbid Çelebi'lere yer vermiştir. Yunus Emre ve Gülşehrî de Mevlânâ'ya şiirlerinde yer vererek onu övmekten geri kalmamışlardır. Yine XIV. yüzyıl şairlerinden Elvan Çelebi, onun hakkında şiir söylemiştir. Osmanlı âlimlerinin de Mevlânâ'ya ilgisi büyük olmuştur. Örnek olarak Osmanlı'nın ilk şeyhülislâmı kabul edilen Molla Fenârî, Şerhu Dîbâceti'l-Mesnevî adlı risalesiyle Mesnevî'nin önsözünü Arapça olarak şerh etmiş, Mevlânâ'yı yücelterek anmıştır. Ünlü bilginlerden Kemalpaşazâde, Taşköprüzâde Isâmeddîn Efendi Mevlana’ya eserlerinde yer veren sanatçılardan bazılarıdır., Kemâleddîn Efendi (öl. 1621) de, bilimler hakkında bilgi veren Mevzû'âtu'l-'ulûm isimli eserde Mevlânâ'yı "Hanefi mezhebinin ken¬disiyle şereflendiği ve aydınlandığı büyük bilginlerden ve değerli şeyhlerden biri, Konyalı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn'dir" diyerek tanıtmaktadır. Türk edebiyatının büyük şairleri Nef'î ve Şeyh Gâlib'e gelinceye kadar çok sayıda şair Mevlânâ'ya şiirlerinde yer verirler ve onu övmekten geri kalmazlar. Aynı durum halk ede¬biyatı içinde yer alan şairlerde de görülür. Yine XIV. yüzyıl şairi Âşık Paşa Garîb-nâme'sindeki para bulan Türk, Arap, Fars ve Ermeni'nin buldukları para ile üzüm almak istemelerini anlattığı hikâyelerini Mesnevî'den almıştır. Bunun yanında Mesnevi'yi geniş bir şekilde ele alıp tercüme ve şerh eden şairler de vardır. Bunların ilki olan Mu'înî, Mesnevî'nin birinci cildinin ta¬mamını tercüme ve şerh etmiştir. Mesnevî'nin hemen her yüzyılda Türkçe tercüme edil¬mesi ve şerhinin yapılması günümüze kadar devam etmiştir. Mevlânâ'ya bağlı olan, Mevlevî sıfatını kullanan şahsiyetler yanında Mevlânâ'yı sevip sayan pek çok kişinin kendileri veya şiirleriyle ilgili eserler kaleme alınmıştır. Örnek ola¬rak Mevlevî şairleri bir arada tanıtmak için XVIII. asırda Sâkıb Dede, Sefîne-i Mevlevîye; Esrâr Dede Tezkire-i Şuarâ-yı Mevlevîye adlı kitapları kaleme al¬mıştır. SULTAN VELED Sultan Veled, ilk eğitimini babasından almıştır. Konya'da ve Şam'da çeşitli âlimlerden, özellikle baba¬sından medrese ilimlerini öğrendiği gibi, Seyyid Burhâneddin Tirmizî, Şems-i Tebrizî, Hüsâmeddin Çelebi'ye kadar birçok büyük sûfîyle ve zamanın âlimleri ve şairleriyle sürek¬li münasebetlerde bulunarak ilim ve sülûk yönünden yükselmiştir. Onun yetişmesinde, inanış ve duyuş tarzı ile düşüncelerenin şekillenmesinde babasının büyük bir etkisi vardır.(Sülük; bir tarikatta manevi mertebe kazanmaktır. Seyr-i Sülük, tarikattaki kişinin Tanrı,ya ulaşmak için yaptığı manevi yolculuktur.) Sultan Veled, eserlerini Farsça yazmakla birlikte epeyce Türkçe şiirleri de bulunmak¬tadır. Bu açıdan O, Ahmed Fakîh ile birlikte, Anadolu Türk edebiyatında bir öncü duru¬mundadır. Sultan Veled'in sistemli bir tarikat haline getirdiği Mevlevîlik, Anadolu Türk¬lüğünün yetiştirilmesinde ve terbiye edilmesinde önemli rol oynamış, Tarikatın ilk şeyhi de Hüsâmeddin Çelebi olmuş, vefat etmesi ile yerine Sultan Veled geçmiştir. Sultan Veled, az da olsa, gerçek manada Türkçe gazel ya¬zan ilk şairdir. Sultan Veled'in Farsça yazdığı bilinen beş eseri bulunmaktadır. Divan'dan başka İbtidâ-nâme, Rebâb-nâme, İntihâ-nâme mesnevileri ile nesir olarak yazdığı Maârif adlı eseri var¬dır. Sultan Veled'in devrinde velûd (=çok eser veren) bir şair olduğu görülür. 1. Divan:Kaside, gazel, terci-bend ve rüba'î gibi çeşit¬li nazım şekilleri yer alan eserde otuza yakın vezin kullanılmıştır. Divan'ın ga¬zeller bölümünde Türkçe-Farsça-Rumca yazılmış mülemma manzumeler de bulunmak¬tadır. Şiirler vezinlere ayrılarak alfabetik bir sırada yazılmıştır. Divandaki Türkçe beyitleri Veled Çelebi ile Feridun Nafiz Uzluk tarafından yayımlanmıştır. 2. İbtidâ-nâme: Sultan Veled’in ilk mesnevisi olan bu eserde 76 Türkçe beyit bulunmaktadır. Fe'ilâtün mefâ'ilün fe'ilün vezninde yazılan eserin kaynağı Mesnevidir. 3. Rebâb-nâme:Bu eser mesnevi vezni (fâ’ilâtün/ fâ’ilâtün/ fâ’ilün) ile yazılmıştır. Bu eserin ibtida-name’den farkıMevlana hakkında geniş bilgi verilmesidir. 4. İntihâ-nâme: Bu eser Sultan Veled'in üçüncü mesnevisidir. Bu da Mesnevî vezni ile yazılmış büyük bir öğüt kitabıdır. İntihâ-nâme, Muhyî tarafından XIV. yüzyıl¬da aynı vezinle Mesnevî-i Veledî adıyla Türkçe manzum olarak tercüme edilmiştir. 5. Maârif: Farsça mensur bir eserdir. Eserde Senâî ve Mevlânâ'dan şiirlere de yer verilmiştir. Sultan Veled'in dinî, ahlâkî öğütlerinin yer aldığı bu eseri, Meliha Tarıkâhya (Anbarcıoğlu) tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlan¬mıştır 6. Türkçe Şiirleri: Divan'da 129, İbtidâ-nâme'de 76 ve Rebâb-nâme'de 162 beyit olmak üzere 367 beyiti bulan bu şiirler bir araya getirildiğinde Ahmed Fakîh'in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi'ş-Şerîfe'si büyüklüğünde bir eser olabilecek niteliktedir. AHMED FAKÎH Yapılan araştırmalara ve çeşitli görüşlere göre Türk edebiyatında birkaç Ahmed Fakîh adı ile karşılaşmaktayız. Bunların birincisi Konya'da yaşayan Hoca Fakîh veya Fakîh Ahmed'dir. İkincisi Bahâeddîn Veled'in öğrencisi olan Ahmed Fakîh'tir. İkinci Ahmed Fakîh'in hayatı, Mevlânâ'nın hayatı ile paralellik gös¬terir. Fuad Köprülü, Mecdut Mansuroğlu ve Hasibe Mazıoğlu, Çarh-nâme'nin şairi ola¬rak bunu gösterirler. Horasan'da doğan Hoca Ahmed Fakîh, Konya'ya gelerek Mevlânâ'nın babası Bahâeddîn Veled'den fıkıh dersleri almış, bundan dolayı kendisine Fakîh denmiştir. Ahmed Fakîh, Kitâbu Evsâfı Mesâcidi'ş-Şerîfe adlı eserinde Hicaz yolculuğunu anlatmıştır. Kaynaklara göre Ahmed Fakîh'in Çarh-nâme ile Kitâbu Evsâfı Mesâcidi'ş-Şerîfe'den başka eseri bulunmamaktadır. Çarh-nâme, Eğirdirli Hacı Kemâl'in Câmiün-Nezâir adlı nazire mecmuasında yer alan, kaside nazım şekli ile yazılmış 83 beyti elimizde olan eksik bir manzumedir. Mefâ'îlün mefâ'îlün fe'ûlün vezni ile ya¬zılmış olan Çarh-nâme, yüzyılın diğer eserlerinde görüldüğü gibi dinî-tasavvufî konuların işlendiği, öğretici yanı öne çıkan bir manzumedir. Câmi'ü'n-Nezâir'de "Çarhname-i Ahmed Fakîh der bî-vefâî-i Rûzgâr" başlığı ile veri¬len bu kasideyi bilim dünyasına ilk defa tanıtan ve yazarı hakkında bilgi vererek yayım¬layan Fuad Köprülüdür Kitâbu Evsâfı Mesâcidi'ş-şerîfe, Ahmed Fakîh'in ikinci eseridir. Aslı Londra, British Museum'da olan bu eser Hasibe Mazıoğlu tarafından bulunmuş ve yayımlanmıştır. Tek nüs¬ha olan eser 347 beyitlik küçük bir mesnevidir. Çarh-nâme gibi mefâ'îlün mefâ'îlün fe'ûlün vezni ile yazılan bu eserde hece vezni ile yazılmış dörtlükler de bulunmaktadır. DİNDIŞI (LÂ-DİNÎ) KLÂSİK TÜRK ŞİİRİNİN İLK ÖRNEKLERİ İran edebiyatının "lâdînî" (=din dışı) özellik taşıyan aşk ve şarap şiirlerini bilen "seçkinler sınıfı" için aynı tarz ve mahiyette, tamamıyla san'at amacıyla yeni Türkçe şiirler yazılmasına sebep olmuştur. Anadolu'da bu tarz şiir yazan şairlerin ilki, Selçuklular döne¬minde sarayda bulunduğu bilinen Hoca Dehhânî'dir. HOCA DEHHÂNÎ III. Alâeddin Keykubâd devrin¬de Selçuklu sarayında bulunan ve saraydaki meclislere (=eğlence toplantılarına) katılan Dehhâhî, Sultan tarafından Farsça bir Selçuklu şeh-nâmesi yazmakla görevlendirilmişse de bu eser bugün elde yoktur. Dehhânî, İran şiirinin edebî sanatlarını ve mazmunlarını Anadolu'da yeni kurulan Türk şiirinde kullanmasıyla, klâsik edebiyatımızda divan şiirinin temelini atan şair ola¬rak dikkati çeker. Türk edebiyatında ilk defa Türkçe kaside yazan ve Anadolu'da sultanla¬ra ilk kez kaside sunan şair Dehhânî'dir. Ayrıca bu kaside Selçuklu sultanlarına sunulan son kaside olmuştur. Arap edebiyatındaki kasidelere benzer planda yazılan bu kaside, mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün vezniyle yazılmıştır. Kasidede fiil¬leri çok kullanmasından kaynaklanan hareketli bir üslûbu vardır. Bu kasidede olduğu gibi gazellerinde de aynı hareketli üslupla karşılaşırız. Kasidesinde, daha sonraki şairlerin şiirlerinde yer verdikleri İran kahramanlarından söz etmeyen Dehhânî için örnek kahraman Hazreti Ali'dir. Dehhânî, Türk edebiyatında İran kahramanlarına ilk kez şiirlerinde yer veren Gülşehrî'den bu yönü ile ayrılır. Edebiyat dünyasına ilk defa Fuad Köprülü tarafından tanıtılan Dehhânî'nin elimizde dokuz gazeli vardır. Bu gazeller ve kasidesi Mecdut Mansuroğlu tarafından yayımlanmıştır. Şiirlerinde çok vezin kullanması ve Farsça tamlamalara yer vermesi, şairin dile ve vezne olan hâkimiyetini göstermektedir. Dehhânî'nin şiirlerinde, şekil bakımından, İslam öncesi Türk şiirinin özellikleri görü¬lür. Şiirlerinin çoğu musammat veya musammata benzer bir şekilde karşımıza çıkar. Devrinde kendisine dil yönü ile en yakın şair Gülşehrî'dir. Hoca Dehhânî, her ne kadar şiirlerinde Farsça tamlamaları dönemine göre fazla kullanmışsa da üstün sanatı ve akıcı üslûbu ile kendini kabul ettirmiş bir şairdir.